Tarrasch ve Nimzowitsch arasındaki teorik çekişmeyi daha önce bir yazı dizisinde incelemiştik. Ancak kavgalarıyla bildiğimiz ikilinin aslında bir kader ortaklığı durumu da söz konusu!
Önce Hamburg 1910’a gidelim ve sözü Wiener Schachzeitung’un redaktörü Georg Marco’ya verelim. Marco, şahsen kaleme aldığı yazısında Tarrasch’ı, Doktor’un Berliner Lokalanzeiger’deki köşesinde 26 yaşında olmasına karşın kıta Avrupasında adı sanı fazla duyulmamış Fred Dewhirst Yates’in turnuvaya dahil edilmesiyle alay ettiği yazısından ötürü yerden yere vurur.
Wiener Schachzeitung’tan
“Berliner Lokalanzeiger”de Dr. Tarrrasch Hamburg Ustalar Turnuvası’nda İngiltere’yi temsilen “geniş çevrelerce bilinmeyen, belki gerçekten mükemmel bir satranççı olan fakat bir ustalar turnuvasına kabul edilmek adına turnuva öncesinde halihazırda en ufak bir gerekçesi bulunmayan, Mr. Yates’in katılmasıyla” dalga geçiyor ve şöyle ekliyor: “Homines novi için kanımca yanlış bir şekilde ana turnuvalar olarak adlandırılan fakat katılımcılar arasında hemen her zaman usta kuvvetine sahip birkaç oyuncunun bulunduğu ikinci derece turnuvalar mevcuttur.”
Bu konu hakkında Deutsche Wochenschach ise şöyle bir yorumda bulunuyor (10 Temmuz, s. 247):
“Hamburglular gördüğümüz kadarıyla bu kadar katı yaklaşmamışlar ve bunda da doğru yaptıklarına inanıyoruz. Her hâlükârda bundan önce buna benzer sayısız durumu -Almanya içi ve dışında- dayanak gösterebilirler, hatta Dr. Tarrasch’ı da şahit yapabilirler zira o da 1896 Nürnberg’te sadece Maroczy’nin (o da önceki sene Hastings’teki ana turnuvada birinci olmuştu) tavsiyesiyle Charousek’in turnuvaya dahil edilmesini 1 anlayışıyla karşılamıştı. (Charousek turnuvanın kısa bir süre öncesinde Maroczy ile yaptığı maçı farkla kaybetmişti) Başarısı dahil edilmesini haklı çıkarıyor, Mieses için de Breslau 1889’da bu böyle olmuştu. Başarı Bay Yates’in lehine de aynı şekilde konuşacak mı, göreceğiz. “
Ben “Deutsche Wochenschach” tan da ileri gidiyorum. Bir turnuvanın organizatörleri turnuvalarını herhalde olabildiğince ilginç ve parlak olarak düzenlemeye çalışırlar. Şüphesiz tüm ünlü oyuncuları getirmek ve başvuranların arasından en çok hak edenleri seçmek için akla gelebilecek tüm çabayı sarf ederler. Bu yüzden üzerine vazife olmayanların organizasyon komitesine yakışıksız bir şekilde ders vermeye cüret etmesi veya az ya da çok gizli suçlamalarda bulunması sert bir şekilde ayıplanmayı hak eder. Yates başarı elde etse de etmese de Hamburg’taki komite ziyadesiyle titiz ve yerinde seçimiyle ancak tam bir takdire layıktır.
Winawer 1867 Paris Turnuvası’na herhangi bir hak iddia edeceği bir unvanla gelmedi, Schlechter Leipzig 1894’e çağrılmadan önce sadece yerel olarak bir üne sahipti, tıpkı şimdi Yates için olduğu gibi ve Pillsbury de 1895 Hastings’teki sansasyonel başarılarından önce Avrupalılar için tamamen bilinmeyen bir büyüklüktü.
Dr. Tarrasch’ın çıkışının ne kadar haksız olduğu, altıncı turdan sonra (23 Temmuz itibariyle) Yates’in Köhnlein ve Leonhardt ile birlikte 16-18. sıraları paylaşmasına karşın Dr. Tarrasch’ın sadece 1,5 puanla – o da üç tane yarım puanın birleştirilmesiyle güçlükle oluşturulmuş- 19. sırada, yani trenin son vagonunda, yer almasından belli oluyor. “Büyükusta”nın daha koşunun başında nefesi kesildiğine göre Hamburg’taki koşucular gerçekten çevik olmalı.”
Georg Marco, Wiener Schachzeitung 1910
[ 1 Bunun baş tanığı benim. Turnuvanın başlamasından yaklaşık 48 saat önce Nürnberg’e geldim ve Dr. Tarrasch – ve tabii diğer gelen ustalar tarafından – dostça karşılandım. Dr. Tarrasch anlaşılır bir heyecan içindeydi çünkü birden fazla katılımcı eksikti ve hemen öncesinde Burn yapılan daveti telgraf yoluyla reddetmişti. Dr. Tarrasch bana “Şimdi nereden aceleyle uygun bir yedek oyuncu bulacağız?” diye sordu ve ben de “Eğer zamanında başvurmuşsa Charousek’i alın” dedim. “Ciddi mi düşünüyorsunuz?” diye Dr. Tarrasch sorgusuna devam edince “Tamamen ciddiyim, Charousek’in Dr. Meitner’e karşı oynadığı görkemli partileri gördüm, Dr. Meitner de rakibinin dahiyane oyunundan büyülenmişti.” “Bu, yeterli” dedi Doktor. Birkaç dakika sonra Budapeşte Satranç Kulübü’ne telgraf ulaştı ve 24 saat sonra Charousek muharebe alanındaydı.]
Aslında turnuva sonlandığında Dr. Tarrasch’ın çok da haksız olmadığı söylenebilir zira Yates 2,5 puanla açık ara son sıradadır. Genç İngiliz Tartakower, Speyer ve Fleischmann (Forgacs) ile berabere kalmış ve kalan herkese kaybetmiştir, biri hariç: Dr. Tarrasch! Herhalde turnuvaya katılmasını bu kadar keskince eleştiren Tarrasch’a karşı aldığı galibiyet Yates’e turnuva başarısızlığını unutturmuş olmalı:
“Büyük lokma ye, büyük söz söyleme” atasözünü haklı çıkaran bir anekdot! Fakat ilginç olan tam da Hamburg’ta buna şahit olmuş ve herhalde zevkle de izlemiş olan Nimzowitsch’in bir sene sonra San Sebastian’da aynı hataya düşmesi!
Bir rivayete göre hiç uluslararası turnuva kazanmamış Capablanca’nın nasıl olup da 1911 San Sebastian Ustalar Turnuvası’nda oynayabildiğini sorgulayan Bernstein ve Nimzowitsch turnuvadan önce organizatöre yazılı bir dilekçe verir, ancak araya giren Marshall, ki o Capablanca’nın ne derece kuvvetli olduğunu elbette 1909’da oynadıkları maçtan biliyordu, Capablanca’nın turnuvaya dahil edilmesini sağlar. Bununla ilgili açıkçası 1911’deki dergilerde bir şey bulmak mümkün değil ancak Capablanca’nın yakın zamanda Selim Gürcan’ın çevirisiyle Türkçesi de yayınlanan”Satranç Kariyerim” kitabında Dr. Bernstein’ın turnuvaya katılmasına karşı çıkan oyuncular arasında olduğunu yazdığını hatırlarsak Nimzowitsch’in de bu isimlerden biri olması kuvvetle muhtemel görünüyor, o yüzden bunun doğruluğuna inanmamak için bir sebep olmadığını söyleyebiliriz.
Capablanca, San Sebastian’da ilk turda en ünlü kombinezonlarından biriyle Dr. Bernstein’ı, sekizinci turda da kale ve iki filiyle güzel bir mat konumu dizerek Nimzowitsch’i yener. Bu ilginç mücadelenin son safhası dikkate değer:
Böylece tıpkı Tarrasch gibi hasmı Nimzowitsch de bir anlamda kibrinin bedelini öder (elbette Bernstein’ı da bu listeye eklemek gerekiyor). Her iki ustanın da kendini beğenmiş duruşlarının bu tutumlarında etkili olduğu söylenebilir elbette ancak öte yandan o dönemde ustaların “mesleğin” onurunu korumak adına prensipler üzerinden savaş verdiği göz önüne alındığında bunun altında ilkesel bir duruş da pekâlâ aranabilir.
Son olarak herhalde şairin sorusunu yinelemek yerinde olur: “Tarihi tekerrür diye ifade ediyorlar, hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”
Alman satranç tarihçisi ve yazarı Ludwig Bachmann satrancın erken dönem tarihinin yanı sıra Steinitz, Anderssen ve Pillsbury monografileri ile de uğraşmış devrin en üretken satranç yazarlarından biridir. Pillsbury monografisine Amerikalı ile benzer bir şekilde erken yaşta vefat etmiş bir başka yıldız Charousek hakkında da kısa bir bölüm ekleyen Bachmann, Macar yıldızın hayatını kısaca özetleyen bir girizgahtan sonra partilere geçer. Bu giriş yazısı bazı hatalar barındırmasına karşın hem Charousek’in hayatını özetlemesi hem de fazla bilinmeyen bir satranç ustası olan Vincenz Grimm’in kendini İstanbul’da bulmasının öyküsünü içerdiği için önemli ve okunmaya değer. (Ufak bir not: bazı Almanca-Macarca yazım, yer ismi ve özel isim yazımları vs farklılıklarını metinde olduğu gibi bıraktım, örneğin Forgacz = Forgacs gibi) Tabii Charousek’in hayatını daha kapsamlı ve de herhalde biraz daha doğru bir şekilde öğrenmek için Çaruşin’in “Chess Comet Charousek” (Satranç Kuyrukluyıldızı Charousek) kitabına da mutlaka bakmak gerekiyor.
Rudolf Charousek
“Charousek 19 Eylül 1873’te Prag yakınlarındaki Klein-Lometz’te doğdu. Dil ve terbiye bakımından bir Macar olarak yetişmesi için Charousek 5 yaşındayken ebeveynleri bir Macar bölgesi olan Gömör’deki Pelsöcz’e yerleşti. Satranç ile 1889’da liseye gittiği Miskolcz’ta tanıştı, 1891’de hukuk okuduğu Kaschau’da gelişimine devam etti ve kısa zamanda gayretli oyunu ve ayrıntılı teorik incelemeleriyle satrancını o kadar ilerletti ki kabiliyetli bir oyuncu olan Profesör Exner’e bir maçta 9:1 üstünlük sağladı.
Charousek’in Macar topraklarında hızla kuvvetlenmesi Macar satranç hayatının önceki on yılda gösterdiği ilerlemeyle açıklanabilir, bu ilerleme esas olarak Budapeşte Satranç Kulübü’nün çabaları ve bu çabalar sayesinde hayata geçen ulusal turnuvalar sayesinde olmuştur. Macaristan daha önce de birinci sınıf oyuncular çıkarmıştı, sadece Arad’tan Makovetz, Groß Becksereck’ten Dr. Noa ve daha da öncesinde Gunsberg, Max Weiss ve Hoffer’i -üçü de Macar olarak doğmuştur- hatırlamak yeterlidir. Bunlara daha 1843’te Café de la Régence’ın St. Amant liderliğindeki Fransız ustalarına karşı yazışmalı partide aldıkları galibiyetle Macar satrancına nam kazandıran Grimm, Szen ve Löwenthal üçlüsünü de eklemek gerekir.
Macar satrancının bu ilk şanlı dönemi çok uzun sürmemişti zira bu bahsettiğimiz muzaffer üçlü 1849’daki Macar Ayaklanması -ve sonrasında ayaklanmanın bastırılması- yüzünden dağılmıştı. 1840’tan beri Peşte’de kitapçı olarak çalışan Vinzenz Grimm, ateşli bir vatanseverlikle ayaklanmaya angaje olmuş ve devlet matbaası müdürü olarak önemli hizmetlerde bulunmuştu. Macar ordusu yenildiğinde Grimm, Kossuth ile birlikte Türk sınırını geçerek kaçtı. Türk ordusuna yarbay rütbesinde katılan Grimm maaşını alamadığı için Konstantiniyye’de çizer olarak güçlükle ekmeğini kazanmak zorunda kalmıştı, ne atı ne de kılıcı vardı. 1869’da unutulmuş olarak vefat etti. Joachim Löwenthal da Grimm gibi yurtdışına göç etmeyi tercih etti, önce Amerika’ya ardından da 1851’de, Staunton’ın çekilmesinin ardından bilindiği üzere satranç çevrelerinde etkili bir konum elde etmeyi bildiği İngiltere’ye gitti. Löwenthal 20 Temmuz 1876’da Hastings yakınlarındaki St. Leonard’ta öldü. Grubun üçüncüsü Joseph Szen iki yoldaşından önce, daha 1857’de, Peşte’de hayatını kaybetmişti. 1851’de Londra Turnuvası’nda başarıyla oynamış ve Horwitz’i yendiği gibi Anderssen’e karşı da iki parti kazanmıştı. Szen daha 1836’da Paris’te Labourdonnais ile boy ölçüşmüş, piyon ve iki hamle önde başladığı 25 partiden 13’ünü kazanmayı başarmıştı. Bir Berlin ziyaretinde -Nisan 1839- elde ettiği skorlar ile, Bledow’a karşı 1:1 ve von der Lasa’ya karşı 2:1, gücünü kanıtlamış buna karşın Bilguer ve Mayet’e kaybetmişti. Szen’in çağdaşı kuvvetli bir oyuncu da 15 Temmuz 1893’te Peşte’de ilerlemiş yaşta vefat eden besteci Franz von Erkel idi. (Doğumu: 7 Kasım 1810, Gyula)
Fakat Charousek ve Maroczy’nin şanı bütün bu büyük isimlerinkini fazlasıyla geçti ve onlara bugünlerde oldukça fazla sayıda kuvvetli satranççı eşlik ediyor, bunların arasında Forgacz, Exner, Gajdos, Szekely, Renyi ve Barasz öncelikle zikredilmesi gereken isimler ki bu satranççıların hepsi Macar satrancına yeni şerefler kazandırmaya yardım etmek için ciddi olarak çaba sarfediyorlar.
Charousek 1896 Nürnberg Turnuvası’na Maroczy’nin tavsiyesi üzerisine alınmıştı, her ne kadar Charousek bu turnuvada ödül alamadıysa da yüksek kabiliyetlerini Lasker, Janowski, Blackburne, Showalter ve Walbrodt’u yenerek gösterdi. Aynı yıl Peşte’deki turnuvada -birincilik için oynanan eşitlik bozma maçında Çigorin’e 1:3 kaybetmesinin ardından- ikinci olmasının da gösterdiği gibi oyun kuvveti önemli ölçüde aşama kaydetti. Ocak 1897’de Centrum Satranç Kulubü’nün düzenlediği ustalar turnuvası için Berlin’e davet edildi ve ikinci sırayı elde etti. Aynı yılın sonbaharında Berlin’de düzenlenen uluslararası ustalar turnuvasına katıldı ve 14,5 puanla ilk sırayı elde etme talihine erişti.
Şubat 1898’de Peşte’de Maroczy, Exner ve Havasi ile sıkı bir mücadeleden sonra birinci olduktan sonra, hastalığının ilk izleri kendini göstermeye başladı. Bu yüzden Viyana Turnuvası’na çok istese de katılamadı. İyileşmiş gibi göründüğü zaman kendini 10,5 puanla Cohn ve Çigorin ile birlikte 2-4. sıraları paylaştığı Köln’deki turnuvada buldu. (Ağustos 1898) Bu, son satranç başarısıydı. Sağlığı bu noktadan sonra yavaş yavaş ama sürekli bir şekilde bozuldu ve çok erken bir yaşta kara toprak satrançseverlerin kendisinden birçok büyük başarılar beklediği genç ustanın üzerini örttü.
18 Nisan 1900 Çarşamba günü, satranç dünyasının kendisinden yana büyük umutları olan genç satranç ustası Rudolf Charousek, Peşte yakınlarındaki Nagy Teny’de, 1,5 yıldan beri kendisini ciddi satranç oynamaktan alıkoyan bir akciğer hastalığına yenik düştü.
Charousek’in satranç başarıları tek tek eklenen tablolardan görülebilir. Nürnberg Turnuvası’nın tablosu Pillsbury’nin hayat hikayesi kısmında bulunabilir ki iki genç dahi ustanın Nürnberg’te birbirlerine karşı oynadıkları oldukça canlı parti de aynı bölümde yer alıyor.
29 Eylül 1907’de Teteny Mezarlığı’nda çok erken bu dünyadan ayrılan merhum için Budapeşte Satranç Kulübü’nün birçok üyesi ve yöresel kulüplerin temsilcilerinin katıldığı bir anma töreni düzenlendi. Charousek’in hayranlarının diktiği mezar taşının yanında Budapeşte Satranç Kulübü’nün başkanı S. Schuster merhum genç ustanın dahice oyununu övdüğü ve anavatanına kazandırdığı şeref için müteşekkir olduğunu belirten coşkulu bir anma konuşması yaptı. Merhumun dostu ve başarılı rakibi Geza Maroczy’nin de katıldığı seremoninin ardından Charousek’in fikren zengin oyun tarzına dair birçok ateşli konuşmanın yapıldığı bir ziyafet düzenlendi.
Maalesef Charousek’in gençlik yıllarından çok az parti kalmıştır. Bulabildiklerimi okurun bilgisine sunuyorum. Turnuva partilerinden sonuca bakmaksızın oyun tarzını karakteristik bir şekilde gösterenleri seçtim.
Okuyucular bu partilerde Charousek’in oyununda daha tamamen gelişmemiş ve tam olarak kendisini gösterdiğinde bazı güzel ve ezici başarılar getirmiş bir gücün gizli olduğunu göreceklerdir.
Bu yükselen yeteneğe erken bir son biçilmesinden sadece üzüntü duyabiliriz, fakat bu kadar erken kaybettiğimiz bu yeteneğin ne kadar gerçek ve kuvvetli bir yetenek olduğunu okuyucuların şüphesiz zevkle inceleyecekleri bu kitaptaki partiler kanıtlıyor.”
Bachmann,L. Pillsbury und Charousek, C. Brügel und Sohn.1914
Son olarak Macar yıldızın şampiyon Lasker’i nasıl alt ettiğine bir bakalım. Her ne kadar Lasker bu oyundan önce turnuva birinciliğini garantilemiş de olsa şampiyon unvanına sahip bir oyuncu olarak, hele ki o yıllarda, tura ciddiyetsiz bir şekilde çıkması beklenemezdi, dolayısıyla bu özel durum Charousek’in zaferini asla küçültmemeli:
Vincenz Grimm’in Osmanlı Günleri
Grimm’in Osmanlı serüvenine gelince Almanca Wikipedia burada Bachmann’a göre daha doğru bilgiler sunuyor gibi görünüyor:
“Devrimin bastırılmasından sonra Grimm aralarında Kossuth’un da olduğu birçok mülteci ile Osmanlı İmparatorluğu’na gelir. İstanbul’daki hükümet sığınma hakkı vermiştir ve mültecileri Avusturya’ya teslim etmemek için ayak diremektedir. Kossuth ve Szemere de dahil olmak üzere birçoğu kısa bir süreden sonra kendilerini kabul eden başka ülkelere giderler. Buna karşın Grimm, kurtuluşunun ardından Türkiye sürgününde kendine yeni bir hayat kurmaya karar verir. Burada çokça bahsedilen dil yeteneği de yardımına koşmuştur.
Grimm Türkiye’de en başından itibaren satranç oynamayı bırakır. Daha sonra İslam’a ihtida etmiş ve Mustafa Bey ismini almış olmalı. Çizim yeteneği kısa sürede Osmanlı makamlarının dikkatini çeker. Neredeyse yirmi yıla yakın bir süre Halep’teki Osmanlı genel karargahına bağlı harita dairesinde yüksek rütbeli bir subay olarak çalışır. Öyle görünüyor ki birkaç yıl çalıştıktan sonra mesaisi, İstanbul’a geri taşınmasına izin verir. İstanbul’da Türk ordusunun harita arşivinde çalışan Grimm büyük olasılıkla özel yetenekleri dikkate alınarak Osmanlı banknotlarının basımında da görevlendirilmiştir. Ek iş olarak özel öğretmenlik de yaptığı Pera mahallesinde, bir otel odasında yaşamaktadır.
Grimm, 1868’de Avusturya ve Macaristan’ın eşit bir statüye kavuşmasının ardından Peşte’ye geri döner…”
Acaba Grimm o yıllarda İstanbul’da satranç oynayacak kendi seviyesinde bir rakip bulabilmiş miydi maalesef bununla ilgili bir bilgi yok. Yine de aşağı yukarı 1830’da başlayan Avrupa imparatorluklarındaki milliyetçi ayaklanmaların Osmanlı İmparatorluğu’nu mülteci akınları sayesinde insan kaynağı açısından nasıl zenginleştirdiğine dair güzel bir örnek.
Grimm’den maalesef elimize ulaşan fazla parti yok ama Bachmann’ın yazıda bahsettiği yazışmalı partilerden birine bir göz atarak yazıyı noktalayalım:
Satranç ustası olmak, en nadir, özel ve ilginç mesleklerden biridir. Prof. Dr. Vidmar veya Dr. Treybal gibi amatörler, daha doğrusu turnuva profesyonelleri, için bile-Dr. Alekhine de şimdilerde Paris’te bir avukatlık bürosu açmak istiyor- satranç başlıca geçim kaynağıdır. Bu yüzden Semmering Turnuvası münasebetiyle bir dizi ünlü katılımcıdan kendilerini satranca neyin çektiğini ve onları bu oyuna bağlayan şeyin ne olduğunu ifade etmelerini istedim. İlginç ve yer yer psikolojik açıdan değerli cevaplarını aşağıda bulabilirsiniz.
Dr. Alexander Alekhine
Öncelikle gerçeği aramak ve ondan sonra da mücadele unsuru nedeniyle satranç ustası oldum.
Daha küçük bir çocukken kendimde satranca karşı bir yetenek hissediyordum, böylece henüz 16 yaşındayken -daha lise öğrencisiyken, 1909 senesinde- “usta” oldum. 7 yaşında da satranç oynuyordum ama ciddi olarak oynamaya başlamam 12 yaşında oldu. Daha o zamanlarda satranca karşı içimde bir dürtü, karşı konulamaz bir kuvvet hissediyordum.
Karakterimi satranç yoluyla geliştirdim. Satranç her şeyden önce objektif olmayı öğretir. Satrançta ancak eğer öncelikle kendi hatalarınızı görüyorsanız büyük bir usta olabilirsiniz. Bu, hayatta da böyledir.
İnsan hayatının amacı ve mutluluğunun kaynağı kişinin verebileceğinin azamisini vermesidir. En büyük başarılarımı satrançta gerçekleştirebileceğimi deyim yerindeyse bilinçdışı olarak hissettiğim için satranç ustası oldum. Ancak belirtmeli ve vurgulamalıyım ki profesyonel bir usta olmam ancak Rus Devrimi nedeniyle gerçekleşti ve hukuk kariyerimi de devam ettirme niyetindeyim.
Aron Nimzowitsch
Satranç hayatın bir aynasıdır, satranççıların dünyasından başka hiçbir yerde fanatizm -esasen çok hakir gördüğüm bir şey- bu ölçüde çiçek açmış ve serpilmemiştir. Kısmen şaka yollu diyebilirim ki benim için yıllar içerisinde bir ihtiyaç haline gelen insan toplumuna karşı “antipati”me daha yoğun bir hedef bulmak için satranç oynuyorum ve bu yüzden usta oldum. Mizahı bir kenara bırakırsak şöyle derim:
Başarıya tapınmayı hakir görürüm;
Fakat bu, satranç dünyasında özellikle fazla serpilmiştir,
Başarı fanatizmini burada da gözlemlemek genel olarak kötümser dünya görüşümü tasdik ediyor ve bu yüzden hoşuma gidiyor.
Richard Reti
Gençliğimde iki tane sevdiğim uğraşı vardı: matematik ve satranç. İlgimi matematiğe değil de satranca yöneltmem hususunda beni harekete geçiren şey satrancın matematiğe göre daha canlı ve yaşama dair olmasıdır, bilmeyenlere tuhaf veya paradoksal görünecek bir neden. Matematik derken genel, pratik matematikten değil tamamen spekülatif bir karaktere sahip, sonlu ve sonsuz elemanlara sahip kümeler ve onların oluşturdukları yapılar ile ilgilenen modern matematikten bahsediyorum. Satranç da spekülatif bir oyundur (Matematik de tıpkı satranç gibi bir oyun ve bilimdir), burada da spekülatif yapılar oluşturulur ancak bu yapılar mücadelenin ve mücadeleyle birlikte de hayatın sembolleridir ve bu yüzden matematiğe göre bana daha sıcak gelmişlerdir. Buna ek olarak satranca dair özel fikirlerimi daha kolay başarıya ulaştırabilirdim, çünkü satrançta benim fikirlerimi kabul etmek istemeyen bir rakibi pratik olarak, yani oyunda, fikirlerimi tanımak zorunda bırakma olanağı mevcuttur.
Daha sonralarıysa iyi bir fikrin her zaman galip gelmesi gerektiği yönündeki iyimserliğimin abartılı olduğunu yine de kabul etmek zorunda kaldım, çünkü başarıya ulaşmak için çok fazla ayrıntılı teknik çalışma, sportif öz-disiplin, kendine hâkim olma ve güç gerekir, ki bu bir satranç ustası olarak başarı elde edebilmek için -büyük bir matematikçi için de zorunlu olduğu gibi- pratik olarak satrancın düşünsel içeriğiyle ilgisi olmayan sıkıcı ve kapsamlı bir çalışma gerektiği anlamına gelir.
Bana satrançta özellikle neşe veren şey stratejik fikirlerin bilgisidir. Ve bir turnuvada oynadığım zaman fikirlerimin doğruluğunu sınarım.
Akiba Rubinstein
Satranç bana ben 14 yaşındayken hederde gösterilmişti. 16 yaşındayken teoriyle ilgilenmeye başladım. Daha sonra büyük üstat Salwe’nin yaşadığı Lodz’a gitmem bana öğütlendi. Gelişimimi orada tamamladım, diyebilirim ki Salwe’nin yanında çıraklığımı yaptım. Böylece usta oldum.
Kendimde bir eğilim ve yetenek hissetmiştim. Sıradışı bir şekilde iyi bir hafızaya da sahiptim. Şimdi de 21 yıllık satranç ustalığım süresince oynadığım tüm oyunları hatırlıyorum. İsim veya yerlere yönelik bir hafızam yok, sadece özel bir satranç hafızasına sahibim.
Beni oyuna bağlayan şey estetik zevk. Güzel bir kombinezon bende estetik bir zevk yaratıyor. Adeta bir humma haline giriyorum.
Satranç sadece bir sanat değil aynı zamanda bir bilimdir. Zafer ve diğer her şey bilimsel temeller üzerinde gerçekleşir. Rakibin zayıf tarafı, karelerin işgali vs. bunların hepsi satrancın bilimsel kısmına aittir.
Rudolf Spielmann
Önceleri bir iş adamıydım, ama daha sonra mesleğimde ilerleyemeyeceğimi gördüm ve aşama aşama bana daha fazla başarı vadeden satranca geçiş yaptım.
Hayat bana önceki mesleğimde bir tatmin sağlamadı ve sonrasında satranç beni kendine çekiyormuş gibi hissettim, çünkü bu alanda başarı (başarıdan rakiplerimi yenmeyi kastediyorum) ve başarıyla birlikte tatmin vaadi vardı.
Satranç oyununa beni bağlayan şey mücadeledir. İnce ayrıntılar beni daha az ilgilendiriyor ve benim için sadece amaca, oyunun kazanılmasına, giden yolda bir araçtan ibaretler.
Univ. Prof. Dr. Milan Vidmar
Satranç beni daha gençlik yıllarımda kendine bağladı. Bu yaşlarda, tabii eğer satranç oyununa bir yeteneği varsa, insan başarının zevkini satrançta nispeten daha kolay elde eder. Bu küçük başarılar daha büyüklerinin öncüsüdür, genç adam denilebilir ki sarhoş olmuştur ve satranç ustalığı için gereken atmosfer böylece yaratılmış olur.
Satranç oyununa beni bağlayan şey her şeyden önce mücadele ile kombinezonların güzelliği ve çeşitliliğidir.
Satranç oyununda hayatı denebilir ki özet bir biçimde tecrübe ettim; mücadele, başarı, hayal kırıklığı, zor durumlara katlanma, olasılıkların tükenmez olduğunu öğrenme, rakip kuvvetleri hesaplama…Gerçekten de söyleyebilirim ki satrançtaki başarılarım hayatta da başarılı olmama katkıda bulundu ve satranç oyununda küçültülmüş bir biçimde tanıdığım zorlukları bu sayede hayatta da aşmayı başardım.
Wiener Schachzeitung, Temmuz 1926
Not: Heder, küçük yaştan itibaren İbranice, Tevrat ve Talmud’un öğretildiği geleneksel Yahudi okullarıdır, ailesi Rubinstein’ın haham olmasını istediği için 16 yaşına dek böyle bir okula devam etmiştir.
Üçüncü bölümde Niemzowitsch’in satranç tarihi açısından büyük önem taşıyan 1913 tarihli “Entspricht Dr. Tarraschs “Die moderne Schachpartie” wirklich moderner Auffassung?” başlıklı makalesine bakmıştık. Wiener Schachzeitung’ta yayınlanan makaleye Dr. Tarrasch -en azından erişebildiğim kaynaklar çerçevesinde- doğrudan bir karşılık vermez ancak dolaylı olarak intikamını alma yolunu seçer.
Yine aynı yıl Wiener Schachzeitung’un Mayıs-Haziran sayısında Dr. Tarrasch imzalı ilginç bir yazı yayınlanır: “Eine wichtige Endspielregel in Frage gestellt” (“Sorgulanan önemli bir oyunsonu kuralı” diye çevirebiliriz). Deutsche Schachzeitung’un Nisan sayısında Gorowski-Lenz yazışmalı partisinin finali, A. Lenz’in notlarıyla yayınlanmıştır ve Lenz Dr. Tarrasch’tan şikayetçidir! Parti devam etmekteyken Dr. Tarrasch’ın “Analytische Untersuchungen über Turmendspiele” (“Kale oyunsonları hakkında analitik incelemeler”) başlıklı incelemesini okuyan Lenz Tarrasch’ın kalelerin geçer piyonların arkasında yer alması gerektiği şeklindeki öğüdüne sadık kalarak söz konusu diyagramda büyük bir hata yapmıştır:
Bu elbette absürt “suçlama”yla Tarrasch bütün yazı boyunca dalga geçer ve aslında “Untersuchungen über Turmendspiele”nin yayınlanmasından sonra birçok okur mektubu aldığından bahsederek başka bazı diyagramlar verir:
Bay Idiotinsky (Idiot: Budala)
Bay Schafkoffsky (Schafskopf’a gönderme: “koyun kafalı”, aptal)
Ve son olarak bariz bir şekilde Nimzowitsch’e gönderme yaparak bir taşla iki kuş vuran
Bay Stupidowitsch (Aptaloviç)
1…Kg6 oynayan Stupidowitsch, Tarrasch’a eğer biri böyle yanlış yola sevk eden kurallar koyuyorsa kitap yazmayı tamamen bırakması gerektiğini ve bir üniversite profesörünün benzer bir durumda ders verme izninin –venia legendi– elinden alınacağını “yazar”. Doktor aynı anda hem Lenz hem de Nimzowitsch ile alay etmenin zekice bir yolunu bulmuştur.
Yine aynı sayıda Semyon Alapin, kendisini makalesinde öven Nimzowitsch’e teşekkür ederek başladığı yazısında hem Tarrasch’ı hem de Nimzowitsch’i eleştirir. Nimzowitsch Alapin’e cevaben bir yazı daha yazdığı gibi kendi satranç anlayışını açıklamak için “Das neue System” (Yeni Sistem) adını verdiği bir çalışma kaleme alır ki bu zaten sonradan “Mein System”e dönüşecektir. Wiener Schachzeitung’ta Ekim-Kasım 1913’ten itibaren tefrika edilen “Das neue System”i burada çevirmeye gerek yok, meraklısı dilimize “Benim Sistemim” olarak çevrilen kitabı okuyabilir.
İkilinin tahta başında bir sonraki karşılaşmaları St. Petersburg 1914’te olacaktır. Capablanca ve Lasker’in büyük birincilik mücadelesine sahne olan turnuva bilindiği gibi iki aşamalı düzenlenmişti: Lasker, Capablanca, Alekhine, Rubinstein, Bernstein, Marshall, Tarrasch, Nimzowitsch, Janowski, Gunsberg ve Blackburne’ün katıldığı döner sistem “genel turnuva” ve genel turnuvada ilk beş sırayı elde eden oyuncuların çift tur döner sistem üzerinden oynayacağı final aşaması. İlk beşin sıralaması final turnuvasında elde edilen puanlar genel turnuvada alınan puanlara eklenerek oluşturulacak tabloya göre belirlenecekti.
Genel turnuvayı 6,5/10 gibi oldukça iyi bir skorla Kübalı fenomen Capablanca’nın 1,5 puan arkasında ezeli rakibi Lasker ile 2-3. sıraları paylaşarak bitirmeyi başaran Dr. Tarrasch böylece final aşamasına kalırken Nimzowitsch ise tek galibiyetini turnuva sonuncusu emektar Gunsberg’e karşı alarak 4 puanla 8. sırada kalmış ve hayal kırıklığı yaratmıştır. Dr. Tarrasch turnuva kitabında hasmını iğnelemekten kendini alamaz:
“…Ondan sonra büyük bir farkla geriden, şüphesiz iyi bir oyuncu fakat bir büyükusta turnuvası için biraz fazla zayıf olan Niemzowitsch gelmektedir…”
İkilinin arasındaki parti ise elbette Tarrasch’ın çift fil fedası nedeniyle satranç literatürünün en bilinen oyunları arasına girmiştir. Bu partiye turnuva kitabından Dr. Tarrasch’ın yorumlarıyla bir bakalım:
Böylece savaş başlarken ikili arasındaki mücadelede Tarrasch bir adım önde gibi görünmektedir. Savaş yıllarında bir oğlunu cephede (Fritz) diğerini de bir kazada (Hans Richard) yitiren Tarrasch -üstelik en küçük oğlu da 1912’de intihar etmesine karşın- yine de güçlü karakteri sayesinde yıkılmamış ve eski kuvvetinde olmasa da oynamaya devam etmiştir. Tarrasch ilerleyen yaşıyla birlikte yavaş yavaş sahneden çekilirken savaş başladıktan sonra Danimarka’ya göç eden Nimzowitsch 1920’li yıllarda şampiyonluk adaylarından biri haline gelecektir. Nitekim ikili arasında o zamana kadar eşit giden skor savaştan sonra Nimzowitsch’in oyun gücünü kaybetmeye başlayan Doktor’a karşı aldığı galibiyetlerle Rigalı satranççı lehine değişir. Bir yandan da teorik tartışma devam etmektedir; “Mein System” 1925’te, Dr. Tarrasch’ın “Das Schachspiel” (Satranç) isimli ders kitabı niteliğindeki klasik eseri ise 1931’de yayınlanır.
Almanya ve sonrasında tüm Avrupa’nın Nazizm ve antisemitizm çılgınlığına kapılmaya başladığı 1934 ve 1935 senelerinde önce Tarrasch ve ardından Nimzowitsch arkalarında birçok farklı kuşağı etkilemiş hatırı sayılır bir külliyat bırakarak hayatlarını kaybederler. Satrancın bu iki büyük filozofunu saygıyla anıyoruz.
Modern ve Modern Olmayan Satranç Hakkında Yeni Düşünceler
A. Niemzowitsch
Dr. Tarrasch tarafından yukarıdaki başlık altında yayınlanan oyun derlemesi aslında özgün bir biçim içerisinde açılışlara dair eleştirel bir ders kitabı oluşturuyor.
Dr. Tarrasch bu eserde üzerinde çalıştığı -ve iyi seçilmiş- şema çerçevesinde (kendisi tarafından yorumlanmış) partileri açılışlara göre grupluyor ve bu gruplandırma içerisinde de önce yetersiz oyun tarzlarından başlayarak giderek daha iyiye giden ve nihayetinde “tek bir doğru” oyun tarzıyla bizi hoş bir şekilde şaşırtarak sonlanan bir usul izliyor.
Kitabın çok satmasını gönülden dilerim: kitap bir sistem ve sarihlik içeriyor.
Buna karşın bana öyle geliyor ki Dr. Tarrasch’ın anlayışı hiçbir şekilde daha yeni ve gerçekten modern olan anlayışla -tam olarak- örtüşmüyor.
Dr. Tarrasch bizim için her şeyden önce “300 Satranç Partisi”nin yazarıdır ve öyle kalacaktır. Kamuoyunun kurallı ve sıkı bir mantığa dayanan bilgilere olan ihtiyacını ilk olarak hesaba katan odur. Ondan önce yorum alanında sunulanlar ya bir varyant yığınıydı, yani fazla yüzeyseldi, ya da fazla derindi (Steinitz!!), zira bu sonuncusu da bir hatadır.
Steinitiz’in aslında tek hatası vardı o da kendi neslinden en az 50 yıl ileride olmasıydı! Bu yüzden “barok” olarak nitelendirilerek haksız bir üne kavuştu ve tamamen dayanaksız fakat bugün son derece yaygın olan bu görüşün kaynağının tam da kendisinin popülerleştiricisi Dr. Tarrasch olması ilgi çekicidir.
Fakat “300 Satranç Partisi”ne dönersek, Dr. Tarrasch’ın bu kitapta çok az özgün şey sunmasına karşın, zira fikirler Steinitz’e aitti, kitabı kısmen de olsa klasik olarak nitelendirmek isterim! Ve bunda da haklı olduğuma inanıyorum! Anlayışta öyle bir doğrusallık var ve oyunun açık hat veya merkez gibi kadim elemanları tek tek o kadar ideal bir şekilde diğer motiflerden arındırılarak sunuluyor ki yukarıdaki nitelemem tamamen haklı olarak görülmeli!
Açık c-hattının kullanımı (veya basitçe açık bir hattın) (von Scheve’ye karşı olan parti) , sebepsiz yere ve yeterli piyon koruması olmadan fazla ilerlemiş piyon merkezinin (e4 ve d5) parçalanması (Metger ile olan parti) yahut çift filin kullanımı, rakip atın sıkıştırılması için piyonların karakteristik bir biçimde sürülmesi (Richter’e karşı) gibi konulara dair tipik ve öğretici örnekleri bu mükemmel kitapta fazlasıyla buluyoruz.
Fakat özellikle de Dr. Tarrasch’a göre koşulsuz bir şekilde daima kınanmayı hak eden merkezin “bırakılması”na dair uyarıcı mahiyetteki örnekleri.
Bu noktada, başka şeylerde de olduğu gibi, Tarrasch ödün vermez bir doğrusallıktadır, tutarlılık demiyorum, çünkü bu ikisi aynı şey değil. (Doğrusallık: görünüşte tutarlılıktır, diyebiliriz ki göz için tutarlılıktır, araştırmacı bir ruh için değil)
Ama satranç oyunu şimdi karşılaştırılamayacak ölçüde daha karmaşıktır, satranç anlayışı derinleşmiştir! Yeni fikirler kendilerini kabul ettirmeye çalışmaktadır…Birçok şeyde, özellikle de “merkezin bırakılması” noktasında, artık eskisi kadar katı ve demek isterim ki ortodoks olunmamaktadır.
Fakat Dr. Tarrasch yeni görüşlere soğuk ve mesafeli duruyor, bu kendini yeni kitabı “Modern Satranç Partisi”nde de eksiksiz bir şekilde gösteriyor. Örneğin Fransız Savunması hakkında bize ne diyor, bir bakalım. (Sayfa 359-385) Bilindiği üzere bu açılışta merkez problemi diğer bütün hususları gölgede bırakan esas problem olarak karşımıza çıkar. e5-d4-c3 ve karşısında f7-e6-d5 ve nihayetinde c4 piyon zincirlerinin olduğu kapalı oyun, dxe4 alışı ile belirlenen oyun tarzı veya son olarak exd5 exd5 ile oluşan Kırışma Varyantı da söz konusu olsa merkez problemi hep ön planda yer alır!
Bu bahsettiğimiz problem 3…dxe4 varyantında özellikle somut bir biçimde kendini gösterir. Bu oyun tarzı yirmi seneden fazladır, merkezin rakibe hediye edilmesi diye tutturan bütün püristlere rağmen, sevgi ve emekle gelişmektedir. Ve b6 (Rubinstein) fikrinin -iyileştirmesinin- keşfiyle birlikte büyük de bir başarıyla, ki bu fikir 3. Ac3’ün değerini şüpheli kılmaktadır ve beni -yine bütün püristlere rağmen- büyük başarılar elde ettiğim 3.e5 oyun tarzını yeniden canlandırmaya sevk etmiştir!
Yeni kitabında Dr. Tarrasch 3…dxe4 ile başlayan derin oyun tarzını tamamen görmezden gelerek kendini tüm püristlerin tepesinde konumlandırıyor! Buna dair sunduğu tek partinin [1.e4 e6 2.d4 d5 3. Ac3 dxe4? (Soru işareti Dr. Tarrasch’a ait) 4. Axe4 Fd7 (No: 187) (Bilindiği gibi doğru hamle 4…Ad7’dir)] modern dxe4 oyun tarzıyla tek ortak noktası dxe4 hamlesidir, arkasında yatan fikir değil. Yığınla materyalin arasından (sadece Rubinstein’ın bu varyanttaki görkemli zaferlerine işaret etmek istiyorum) renksiz bir hamle olan Fd7’li bu partiyi seçmiş olması da zaten her şeyi açık bir şekilde gösteriyor.
Merkezden bir piyonun kaybolmasına izin vermekle (dxe4) merkez bırakılmış olmaz!
Diyagram I
3…dxe4 sonrası konum
Merkez kavramı çok daha geniştir! Deutsche Schachzeitung 1912’deki Niemzowitsch- Salwe partisine dair yazdıklarım okunmalıdır.
Elbette merkez inşası için piyonlar, en stabili oldukları için, en uygun taşlardır, fakat merkeze yerleşmiş aletler de piyonların yerini gayet iyi doldurabilirler. Ve uzaktan etki eden kale ve fillerle rakip merkeze uygulanan baskı da bir o kadar önemli olabilir!
Gerçekten modern olan ve özellikle de bendeniz tarafından temsil edilen görüş budur!
Dr. Tarrasch ama dxe4’ü bir soru işaretiyle geçiştiriyor: “Merkezin bırakılması!”
Buna karşın merkezde ayağı yere daha sağlam basan taraf (d5!) d-hattı ve fili için b7-h1 diyagonaline sahip Siyahlardır! “Merkezin hediye edilmesi”ne rağmen!
Tarrasch’ın bu doğrusallığının konumsal oyuna yeni başlayanlar için eğitici önemini yadsıyamam. İlerlemiş oyuncular ve kendi kendine ilerlemeye çabalayanlar içinse bu bir engel teşkil etmektedir.
3…dxe4 varyantı hakkında bu kadar.
Şimdi 3.e5’e bakalım. Benim tarafından yeniden tedavüle sokulmuş bu hamle (Skor +9 -0 =1) Dr. Tarrasch’ı memnun etmiyor. Leonhardt’a karşı olan partimi sunuyor ve şöyle yazıyor: “5.c3 daha doğruydu. Ama Bay Niemzowitsch (Nazik “Bay” hitabına dikkatinizi çekerim A.N.) kesinlikle doğru oynamadığı gibi doğru oynamaya da çalışmıyor. Yine de O satrançtaki en orijinal kişiliklerden biridir -fakat kimse onu örnek almamalıdır-“ (Sayfa 383, Niemzowitsch – Leonhardt partisi, 5.hamle) Çok dikkate değer bir husus ise şu: Dr. Tarrasch yıllar önce Marshall hakkında da Vezir Gambiti’nin c5 varyantında e4 yeniliği nedeniyle neredeyse kelimesi kelimesine aynı şeyleri yazmıştı. (Lokalanzeiger) Bir “örnek alınma”dan bahsedildiğini tam olarak hatırlayamıyorum ama “doğru olmayan” “doğru oynamaya çalışmayan” “yine de özgün” gibi tabirler tıpatıp uyuşuyor.
Öyleyse soruyorum, kendisi böyle bir karakter çizme sanatına haiz iken, Leonhardt’ın da vurguladığı gibi, satrançta zıt kutupları teşkil eden bizi -Marshall ve beni- nasıl olur da aynı sözcüklerle tasvir eder?
3.e5’in altında yatan ve benim bulduğum, dolayısıyla da bu hamlenin fikri mülkiyetinin bana ait olduğu yönündeki iddiamı haklı çıkaran, felsefi temel şöyledir:
e5 hamlesiyle Beyaz saldırısını d5 noktasından “Bir saldırı hedefi ilk önce sabitlenmelidir.” yasası uyarınca e5 ile hareketsiz hale getirdiği e6’ya kaydırır. Her iki taraf için de kısıtlayıcı etki yapan bir piyon zinciri meydana gelir. Bu durumdaki doğal uğraşı rakibin bizi kısıtlayan piyon zincirini tahrip etmektir; bu saldırılar “zincirin ayağı”na yöneltilmelidir, Siyah tarafından d4’e, Beyaz tarafından e6’ya karşı, parola budur! (c7-c5 ve diğer tarafta f2-f4-f5) Ayrıca Siyah da d4’e olan saldırısını c3’e kaydırabilir (c5-c4 ile c3 piyonunun sabitlenmesi ve sonrasında b7-b5-b4 vs.), benim ortaya attığım bir yasaya göre: “Bir piyon zincirine saldırı zincirin bir parçasından diğerine kaydırılabilir.”
Peki ama saldırının kaydırılması için doğru an ne zamandır?
Bunu değerlendirmek fazlasıyla zordur ama genellikle konum bazı ipuçları içerir.
Diyagram II
1.e4 e6 2.d4 d5 3.e5 sonrası konum
e4-e5 hamlesi 3. hamlede gerçekleşmelidir çünkü bu kaydırmayı e5’in f6 atına hücum ederek tempo kazancı sağlayacağı bir ana erteleme eğilimi temelden yanlıştır. Ve şu sebeple:
Siyahın şah kanadındaki kısıtlanmasının belirtisi atın f6’ya erişememesidir. Fakat Beyaz bir an için bile olsa buna izin verirse f6 noktasının nimetlerinden atı faydalandırmış olur, yani atın f6 üzerinden avantajlı bir şekilde oyuna girmesini sağlar ki bundan sonra -siyahın- kısıtlılığı büyük kısmı itibariyle ancak bir illüzyon olarak görülmelidir.
Ben kuşkusuz bir “gambit oyuncusu” değilim ama mutlak olarak yürütülen kısıtlama politikası (yani 3. hamlede e4-e5) bir piyon kaybını gerektiriyor!
Spielmann ve Leonhardt’a karşı piyon fedalarım (San Sebastian 1912) bu tamamen yeni bakış açısından değerlendirmeli.
Bay Dr. Tarrasch’ın bu yeni ve kesinlikle modern bakış açısından ne kadar uzak olduğunu bize yukarıda alıntılanan ve görünüşe göre beni bir gambit oyuncusu olarak damgalamak isteyen yorumu gösteriyor!
Ayrıca Ab1-c3 belirtildiği üzere 3…d5xe4! yüzünden de yetersiz.
Ve şimdi alışılageldik varyanta, 3. Ac3 Af6 4. Fg5 Fe7 5. e5 Ad7 6. Fxe7 Vxe7, gelelim.
Burada Dr. Tarrasch Alapin’in adını bir kez olsun bile anmama konusunda adeta bir sanat eseri meydana getiriyor! Alapin’in bu varyantta sadece kendine özgü ve dahice bir üretkenliğe sahip olduğu düşünülürse bu gerçekten etkileyici!
Alapin’in harika başarıları -sadece f7-f6 (7.Ab5 Ab6 8.c3 a6 9. Aa3 f6) varyantına veya f4 piyonunun f5 ile bloke edilmesinin ardından stratejik olarak mükemmel Ab8-c6-d8-f7 manevrasına ve sonrasında g7-g5 fikrine dikkat çekerim- şüphesiz sonraki araştırmaların temel taşını oluşturuyor ve her kim bunu sessizlikle geçiştiriyorsa kendisi ve nesnelliği hakkında kötü bir sınav vermiş demektir.
Dr. Tarrasch tarafından buna benzer başka bir sevgi dolu muameleye Svenonius’un normal varyanttaki fikri de maruz kalıyor: 1.e4 e6 2.d4 d5 3. Ac3 Af6 4.ed ed ve şimdi Fg5, Fd3 ve Ae2, ki çok kuvvetli gibi görünüyor. Dr. Tarrasch bundan tek bir kelimeyle bile bahsetmiyor.
Fransız Açılışı’na dair tüm yazdıkları arasında sadece Tarrasch-Teichmann ve Tarrasch-Lowtzky partilerinin yorumlarındaki görüşlerini teorik olarak değerli olarak addedebiliriz. Burada alışıldık 4. Fg5 varyantının Rubinstein tarafından gösterilmiş saf pozisyonel şekilde, agresif bir şekilde konumlanmış d3 filinden vazgeçerek merkezi daha sonra figürlerle en etkili bir şekilde işgal etmek adına “teslim eden”, bir ele alınışı söz konusu. Bu prensipler bize gayet yatkın ve benim de çok önce, 3.e4-e5 varyantında olmak üzere, Karlsbad 1911’de Salve ve Löwenfisch karşısında muzafferane bir şekilde uyguladığım prensipler,.
Tabii ki Fransız’daki doğru stratejiye dair Dr. Tarrasch’ın bu kısa ve aforizmavari yorumları oldukça önemli varyantlar olan I 3…dxe4! II. 3.e4-e5! III. Ac6: Alapin IV: Svenonius varyantlarının eksik veya yanlış çizilmiş eskizlerini telafi etmiyor.
Şimdi İspanyol’a gelelim. (3-113) Yine aynı manzara! Merkezin hediye edilmesine dair panik bir korkuyla bağlantılı olarak merkezin önemine dair (daha doğrusu merkezin piyonlarla ele geçirilmesinin) yine aynı ölçüsüz abartı.
Bu görüş tarzının eksik ve yanlış anlamalara yol açacak bir “merkez” kavramı anlayışına dayandığını önceki kısımda açıkladık.
Bu görüş tarzının direkt bir sonucu da “sıkışık” savunmanın (Tarrasch 3. Fb5 d6 Steinitz Savunması’nı bu şekilde adlandırıyor) Tarrasch tarafından lanetlenmesi. Zira bu savunmanın merkezin teslimiyetine götürebilecek olması bile Tarrasch tarafından kınanması için yeterli.
İspanyol’daki “yetersiz” savunmaların perdesini bu sefer Steinitz’in oyun tarzı -a6’lı veya a6’sız- d7-d6(?) (Soru işareti Dr. Tarrasch’tan) açıyor.
1.e4 e5 2. Af3 Ac6 3.Fb5 a6 4. Fa4 Af6 5. 0-0 Fe7 6. Ke1 d6 7. Fxc6+ bxc6 8. d4 exd4 9. Axd4 Fd7 (Bkz. Diyagram III) hamlelerinden sonra Dr. Tarrasch “birçok olası hücum için kullanılabilecek için daha serbest bir oyuna sahip olması” nedeniyle beyazın oyununu tercih ediyor. (Sayfa 14, Parti 18, Hamle 8)
Diyagram III
Eğer Dr. Tarrasch, dışsal ve anlamsız özelliklere göre -gerçekte merkezdeki karakteristik durum tarafından belirlenen- konumun içsel değeri hakkında hüküm vermeseydi, asla ve kat’a beyazın konumunu tercih etmezdi.
Şimdi bu konumu içsel değeri bağlamında inceleyelim.
Öncelikle bu pozisyonun çekirdeğini oluşturan formülü not edelim: Beyaz: e4, f Siyah: d6-c6-c7 f. Bu formül bize Siyahın f5 veya d5 yoluyla e4 merkezinin altını oymaya yönelik eğilimini gösteriyor, ayrıca doğal operasyon üsleri olarak Siyah için e-hattı ve Beyaz için d-hattını görüyoruz. Siyah e5’e -ki bu d6 piyonu tarafından oluşturulan ve e-hattında sonraki operasyonlar için bir üstür- sağlamca yerleşecek. Beyazın buna koşut çabası, yani e4 tarafından oluşturulan d5 dayanak noktasını işgal yoluyla d-hattını kullanmaya çalışmasının ise karşısında Siyahın c6 piyonu bir engel olarak bulunmakta.
Buradan da anlıyoruz ki Siyah e-hattına Beyazın d-hattına uygulayacağından daha büyük bir etkide bulunabilir, yani Siyah Beyazın merkezine Beyazın Siyah merkeze uyguladığından daha büyük bir baskıya sahiptir.
Ayrıca belirtmeli ki kompakt d6, c6, c7 kütlesi rakibin vezir kanadına yönelik geliştirilebilir bir kuvvete sahip. (Örneğin b3 piyonuna karşı c5 ve a5)
Buna göre verilen konumda Beyaz için bir üstünlükten söz edilemez ki bu Lasker-Janowski ve Lasker-Schlechter maçlarındaki oyunların gidişatlarıyla da ikna edici bir şekilde gösterilmiştir.
Her hâlükârda bu zor konumu “daha serbest oyun” gibi bir sloganla kestirip atmak istemek modern gereklilere uymamaktadır!
Bizim günümüzde yapmaya çalıştığımız, bir konumun çekirdeğinden yola çıkan derin bir analizdir. Buna karşın “daha serbest, daha rahat oyun vs. vs.” gibi sloganlar işimize yaramaz!
Çarpıcı bir örneği daha sunmaktan kendimizi alamıyoruz: 1. e4 e5 2. Af3 Ac6 3.Fb5 a6 4. Fa4 Af6 5. 0-0 Fe7 6. Ke1 d6 7. c3 Fg4 8. d4 Ad7 9.d5 hamlelerinden sonra (Bkz. Diyagram IV) (Lasker-Janowski, Sayfa 53) Dr. Tarrasch kendi bakış açısı için fazlasıyla karakteristik şu yorumda bulunuyor: “Bu hamle (d4-d5) eğer Siyah sonrasında f7-f5 ile bir karşı saldırı başlatabiliyorsa hemen her zaman kötüdür.” Bu temelden yanlıştır. f7-f5 hamlesi d5 ilerleyişine karşı sadece doğal bir tepki olarak görülebilir ve bundan hiçbir şekilde korkmaya gerek yoktur. Konumun tabiatını dikkate alan küçük bir analiz bizi buna ikna edecektir!
Diyagram IV
d4-d5 hamlesiyle Beyaz (Fransız’da e4-e5 hamlesinde olduğu gibi) saldırısını e5’ten -c3,c4,c5 hamleleriyle başlatmak isteyeceği- d6’ya kaydırır, buna karşılık rakibine kendi zincirine f7-f5 ile saldırı şansını verir. (Fransız’da c7-c5)
Beyazın bu saldırı ile dezavantajlı bir duruma düşmek zorunda olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur, buna Dr. Tarrasch’ın “teorisyen” olmasına karşın dikkate aldığı tek şey gibi görünen turnuva pratiği de dahil.
Yukarıdaki partideki d4-d5 sürüşünden sonra diyagramdaki pozisyon oluştu. (Diyagram V)
Diyagram V
Beyazın 22. hamlesinden sonra oluşan konum
Konumun fazlasıyla geliştiği görülüyor: Beyaz c5 sürmeye hazırken Siyah da f-hattında operasyonlara başlamayı düşünüyor. Ancak bu hattın açılması, f7-f5 sürüşünün sağladığı tek şey. Beyazın merkezi -ki en önemlisi bu- en ufak bir hasar almadı. Gerçi Beyaz merkezi “teslim” etmek zorunda kaldı, ama diğer at tarafından desteklenen e4 atı piyonunun yerini tamamen dolduruyor ve tahtadaki bütün yönlere hükmeden bir etki yapıyor!
Lasker’in partiyi buna karşın kaybetmesinin d5 sürüşüyle bir ilgisi yok.
d4-d5 ile ilgili olarak, burada Maroczy’nin birçok harika partisi arasında ince bir strateji uyguladığı bir tanesinin eksikliğini çekiyoruz: “Korkutucu” f5 sürüşüne karşı cüretkar piyonu alarak yanıt vermişti, üstelik de g6’daki arkadaşı tarafından etkili bir şekilde korunduğu halde! Sonrasında tahtada kesinlikle görkemli görünen e5-f5 piyon yapısı oluşmuştu!
Ama piyonlar kısa bir süre “askıda” kaldılar ve bu da onları sistematik olarak kuşatıp imha etmek için Maroczy’ye yetti!
Fakat bu derin ve fazla dikkat çekmeyen oyun planı sabit fikirli (doğrusal) doktorun hoşuna gitmiyor. Zaten gerçekte de Macar büyükustanın az sayıdaki partisini inceliyor.
“En iyi savunma” 3…a6 4.Fa4 Af6 5. 0-0 Axe4 (!) (Ünlem işareti Dr. Tarrasch’a ait) varyantına dair de bir şeyler söylemek gerekiyor. Schlechter’in Axd4 yeniliği (Axe4’ten sonra 6.d4 b5 7.Fb3 d5 8. a4? Axd4) a4 hamlesinin değerini gerçekten tartışmaya açtı ancak Beyazın oyun tarzının kuvvetinin kaybolduğu henüz söylenemez! Beyazın oyunun kuvveti -sadece ekstra bir “özgürlük” daha anlamına gelen- a-dikeyine sahip olmaya değil 8.dxe5 Fe6 sonrası e5 piyonunun konumu ve Ad4 ile c7 piyonu geri kalacağı için rakibi adına hoş olmayan bir konuma ulaşma olanağına dayanıyor. (Örneğin 9. Ad4 Axd4 10.cxd4) Ayrıca zaten Bay Malkin de “Schachwelt”te detaylı analizlerle destekleyerek Dr. Tarrasch’ın Axe4 oyun tarzına olduğundan fazla değer biçtiğini belirtmişti.
Şimdi geçmek istediğimiz Dört At Oyunu’nun ele alınışında Rubinstein’ın oyun tarzını, 4…Fc5 5. Axe5 Ad4 (Tarrasch – Rubinstein, San Sebastian 1912), bulamıyoruz, tıpkı Ac6-e7 varyantını rehabilite etmeye herhalde yeterli olan ve ilk defa Spielmann tarafından Hamburg’ta Tarrasch’a karşı başarıyla kullanılan oyun tarzı gibi. Ayrıca zaten genel olarak sempati toplamasına karşın (örneğin Capablanca benden alıp kullandı) benim tarafından yeni bir temele oturtulan ve yeni varyantlarla birlikte ileri sürülen 6. Fxc6 varyantının fazla dikkate alınmayışı da dikkat çekici.
Ve şimdi Vezir Gambiti.
Dr. Tarrasch’ın İspanyol, Fransız ve Dört At Oyunu’nu ele alışında şikayet edecek bazı noktalar bulduysak da burada kendisini kayıtsız şartsız övmeliyiz. Sınıflandırma gayet açık, anlayış Dr. Tarrasch’ın bilinen keskinliğinde ve partilerin seçimi benzer şekilde üst seviyede.
Sadece bir şey anlaşılır değil: neden Dr. Tarrasch bugün de içinde birçok yeni olanaklar barındıran ve tam da şimdilerde yeniden modern olan 1.d4 d5 2.c4 e6 3. Ac3 Af6 oyun tarzını “ortodoks” olarak nitelemekte ısrar ediyor? Ve neden diğer taraftan kendisinin bulduğu, monoton ve kısır oyunlara götüren ve bugünlerde artık rafa kaldırıldığını söyleyebileceğimiz 3…c7-c5 varyantını “modern” olarak niteliyor?
Kendi kendime soruyorum, c7-c5(?)’te olduğu gibi satranç sanatının tüm kurallarına uygun bir şekilde durdurulmuş -b2 filine dikkat çekerim- ve g2’deki diğer fil tarafından en acı bir şekilde sabitlenmiş bir izole piyon elde edilen bir varyantı seçmek kime çekici gelebilir? Bu, Beyazın (1.d4 d5 2.c4 e6 3. Ac3 c5? 4. cxd5 exd5 5. Af3 Ac6 6. g3 Fe6 7. Fg2 Fe7 8. 0-0 Af6 ve şimdi eğer istenirse b2-b3) hamlelerinden sonra -alçakgönüllü taleplerle- rahatça erişebileceği üstünlüklerin en azıdır.
Diyagram VI
Beyazın 9.hamlesinden sonraki konum
Artık fazlasıyla modern addedilen ve Dr. Tarrasch tarafından haksız yere “ortodoks” olarak nitelendirilen 3…Af6 varyantı Siyaha güvenli bir gelişim, sağlam bir oyun ve kuvvetli bir inisiyatife erişebileceği bir oyun sunarken bu varyant -3…c5- herhangi birine çekici görünebilir mi?
3…Af6’ya karşı yönelen argümanların çaresizliğinin bir itirafı olarak şunu görüyorum: (1.d4 d5 2.c4 e6 3.Ac3 Af6! 4. Fg5 Fe7 5. e3 Abd7 6. Af3 0-0 hamlelerinden sonra Beyazın tüm bu “serbest oyun”, “Tempo kazancı”, “hızlı gelişim” gibi kavramlarda gelişme kat etmesine karşın artık ne yapacağını bilemediğini görüyoruz: 7. Fd3 dxc4’ten sonra tempo kaybeder, 7. Kc1 diğer birtakım sebepler nedeniyle yerinde bir hamle değildir ve Vc2 -son mazaret- Teichmann tarafından sayısız partide denenmiş güvenli 7…c5! (Şimdi bu hamle yerindedir) 8. 0-0-0 Va5! yöntemine izin verir.
Yine gayet eski ama hiçbir şekilde eskimemiş b6’lı oyun tarzının da kendine has faziletleri vardır, Pillsbury-Schlechter (Hastings 1895) partisine bakılabilir.
Vezir Gambiti’ne karşı düzensiz bir savunma tarzı da günümüzde moderndir, sadece Dr. Tarrasch tarafından üvey evlat muamelesi gören Hollanda’yı ve Hanham Varyantı’nı belirtmekle yetiniyorum.
Bu sonuncusu Bay Dr. Tarrasch’ın içine dert olmuştur. Üzerine adeta ant içtiği serbest taş motifinin doğru piyon konfigürasyonu prensibinin altında konumlanmasına tanıklık etmeye katlanamaz.
Ama günümüzün pratiği burada da onu haksız kılıyor: son zamanlarda bu derin ve belki biraz da riskli oyun tarzı Capablanca’da kendine yeni bir destekçi bulmuştur. Bütün ders kitaplarında yer alan ve “Hanham” için klasik ve model bir parti olan Teichmann-Niemzowitsch, San Sebastian 1911’i de “Modern Satranç Partisi”nde nafile aradık.
Nihayet Caro Kann ve 1.e4 d5 İskandinav hakkında birkaç kelime.
İlki için Dr. Tarrasch “1…c6 gelişime katkıda bulunmadığı” için “kesinlikle doğru değil” diye açıklıyor, yani açılışların değerlendirilmesinde Dr. Tarrasch tarafından sevilen yine aynı modern olmayan ve işe yaramaz kriter!
1…c6 hamlesi e4’ün erken olduğunu kanıtlamaya yönelik hırslı bir planı içerir, en azından bu benim açılışı temellendirdiğim -derin- plandır. 1…c6 hamlesinin mucitleri bu hamlenin tam olarak önemi ve etkisinin farkındalar mıydı sorusunun bir cevabı olmayabilir ama bu açılışın bir geleceği olduğu kesindir.
Benim devrimci bir etki bırakan yeniliğimi düşünmek yeterlidir: 1.e4 c6 2.d4 d5 3. e5 Ff5 4. Fd3 Fxd3 5. Vxd3 e6 6. Af3 Vb6 7. 0-0 (Bkz. Diyagram VII) Va6, yani onyıllardır sağlam bir şekilde yerleşmiş c5 planından beyaz karelerin zayıflamasını -Fd3’ün değişiminin bir sonucu- vakit kaybetmeden kullanmak için vazgeçiş ve burada Caro-Kann’ın nasıl gelişime açık olduğu da fark ediliyor!Bütün bunlara dair Dr. Tarrasch’ta bir kelime bile yok!
Diyagram VII
Beyazın 7.hamlesinden sonraki konum
Dr. Tarrasch Caro-Kann’a dair sadece üç parti sunmasına karşın İskandinav Açılışı’na dair on (!) örnek ortaya koyuyor! Bir tanesi yeterdi, Rubinstein’ın Lasker’in reçetesini takip ederek 1…d5’i tamamen ve ebedi olarak yerle bir ettiği Rubinstein-Bernstein San Sebastian 1911 partisi! Ama tabii ki tam da bu parti ve bu partiyle birlikte okuyucunun yayıncıdan haklı olarak talep edebileceği kabataslak da olsa bir yol haritası eksik.
Caro-Kann ve İskandinav arasında bir karşılaştırma ilginç olabilir, her ikisi de e4’e karşı yöneliyor ama ilkinde c7-c6 ile sonraki d5 sürüşüne gerekli kuvvet kazandırılırken ikincisinde “gelişim temposu” kaybetmemek adına 1…d5 oynanıyor fakat Siyah adına elde edilen tek başarı serbest ama kayıp bir oyun oluyor!
Bir dizi değişik açılışa dair Dr. Tarrasch’ın anlayış ve görüşlerini artık öğrenmiş bulunuyoruz. “300 Satranç Partisi”ni klasikliğe terfi ettiren “doğrusallığını” takdir etmek için fırsat da bulduk ama aynı zamanda Dr. Tarrasch’ın bu “doğrusallığı” sıklıkla sığ ve yüzeysel özelliklere dayanan yargılara varmak için kullandığını da gördük.
Merkez stratejisine dair dar sınırlara hapsolmuş anlayışının modern görüşlere uymadığını ve yine aynı şekilde konumun karakterini çizen ve hatta onu yaratan piyon konfigürasyonunu (özellikle de merkezde) kendisi için alışılageldik biçimde dikkate almadığını etraflıca görmüş buluyoruz. Bu noktadan yola çıkarak “serbest oyun”, “sıkışık savunma” gibi sloganları satranç felsefesinin doğal gelişimini engelleyici bir etki yapmaları nedeniyle reddetmek zorundayız. Özellikle de Dr. Tarrasch’ın merkezde piyon sayısının azalmasının “merkezin teslimiyeti” anlamına geldiği şeklindeki görüşüne hiçbir zaman dostane bakamayacağımızı vurgulamak zorundayız.
Bu eksiklikler bir kenara bırakıldığında kitap birçok mükemmel şey sunuyor. Satranç literatürü “Modern Satranç Partisi” ile şüphesiz modern olmayan fakat son derece ilginç ve tavsiyeyi hak eden bir kitap kazanmış ve zenginleşmiştir. Özellikle konumsal oyuna yeni başlayanlar “doğrusallığı”ndan faydalanarak oyunlarını kuvvetlendirebilir ve uzmanlar için de Dr. Tarrasch’ın yeni eseri kesinlikle birçok değerli ve ilginç fikir sunuyor.
Birinci bölümde Nimzowitsch’in oyun tarzı hakkında Dr. Tarrasch’ın Berliner Lokalanzeiger’deki köşesinde kaleme aldığı yorumlara cevaben Rigalı satranççının Deutsches Wochenschach’ta yayınlattığı açık mektubuna bakmıştık.
Doktor, Nimzowitsch’in mektubuna ve beraberindeki Hanham Varyantı’nda oynanacak bir tematik maç teklifine cevap vermez ama tarzına uygun olarak 1912’de yayınladığı “Die moderne Schachpartie” (Modern Satranç Partisi) adlı oyun derlemesinde genç hasmının oyununa yönelik ağır eleştirilerini sürdürür. Nimzowitsch’in (O tarihlerde halen soyadı Niemzowitsch olarak yazılıyordu) ne kadar sinirlendiğini tahmin etmek zor değil çünkü bu ağır eleştiriler genç satranççıyı 1913’te uzun ve ünlü bir makale yazmaya kadar götürür ki bu aynı zamanda “Mein System” e kadar gidecek bir yolun da başlangıcını teşkil etmesi açısından önemlidir.
Bu ikinci bölümde “Die moderne Schachpartie”de Tarrasch’ın Nimzowitsch hakkında yazdıklarına göz atacağız. Dr. Tarrasch’ın yorumları okuyucuya Tarrasch’ın klasik satranç anlayışına ve kendisine dair dogmatizm eleştirilerinin haklı olup olmadığına dair iyi bir fikir verecektir. Bugün bu satranç anlayışının çok ötesindeyiz kuşkusuz ancak dikkatli bir okuyucu Tarrasch’ın klasik satranç anlayışında bazı noktalarda sonradan “hipermodern” adı verilecek yeni ekole göre daha haklı olabildiğini fark edecektir.
Nimzowitsch’in Johner (Karlsbad 1911) ve Spielmann’ı (Hamburg 1910) yendiği partileri de kitabında inceleyen Tarrasch bu oyunların analizlerinde de Rigalı hakkında fazla olumlu bir tonda yazmamıştır, örneğin Johner partisinde her iki oyuncunun da iyi oynamadığını belirtir.
Elbette Doktor, San Sebastian 1911’de Nimzowitsch’i yendiği partiyi kitaba koyma fırsatını kaçırmaz, ilginç finaliyle bilinen partiye analizsiz de olsa bir göz atmaya değer. Tarrasch’tan genç rakibine iyi bir oyunsonu dersi!
Çirkin hamlelere olan düşkünlük, yanlış oyun tarzı gibi eleştirilere genç Rigalı 1913’te cevap verecektir. Aslında şunu da söylemek gerekir ki Tarrasch’ın kendisini bir otorite olarak konumlandırıp diğer satranççıları acımasızca eleştiren tutumu sadece yeni neslin değil Lasker, Marco gibi aynı kuşağa mensup satranççıların da tepkisini çekmiştir. Fakat ilk defa yeni kuşağın temsilcisi Nimzowitsch, Tarrasch’ın karşısına yeni prensiplerle çıkmaya cüret edecektir ki buna bir sonraki bölümde devam edeceğiz.
1910-20’li yıllar hem satranç dergilerinin hem de satranç teorisi/felsefesinin altın çağıdır. Yeni filizlenmekte olan “hipermodern” ekol, klasik ekole savaş bayrağı açarken teorik tartışmalar hem dergi sayfalarında sürdürülür hem de tahta başındaki düellolarda taraflar birbirlerine fikirsel üstünlüklerini pratik başarılar yoluyla kanıtlamaya çalışır.
Bu düellolar arasında elbette en çok bilineni ve en önemlisi Nimzowitsch ve Tarrasch arasında olandır. Bu yazı dizisinde, Wiener Schachzeitung başta olmak üzere dönemin kaynaklarından bu ilginç ve eğlenceli tartışmayı takip etmeye çalışacağız.
Kavga ilk olarak Tarrasch’ın Berliner Lokalanzeiger’de incelediği Rubinstein-Nimzowitsch San Sebastian 1912 partisinin analizinde genç Rigalının oyununu yerden yere vurmasıyla başlar. Aynı turnuvada Fransız Savunması’nın 3.e5 İlerleme Varyantı’nda kaybettiği parti -bu hamleyi yanlış addetmesi nedeniyle- belli ki Dr. Tarrasch’ı sinirlendirmiştir ki 1904’te ilk defa oynadığı ve berabere kaldığı, Hamburg 1910’da da kaybettiği Nimzowitsch’e Doktor başından beri pek ısınamamıştır aslında, fikren kendinden emin ve sivri dilli bu iki devin iyi anlaşması da zaten beklenemezdi. Nimzowitsch Tarrasch’ın biraz dozu yüksek eleştirilerine Deutsches Wochenschach’ta açık bir mektupla cevap verir:
Dr. Tarrasch, Rubinstein-Nimzowitsch partisine dair Berliner Lokalanzeiger’deki yorumlarında Siyahın ikinci hamlesi için “Nimzowitsch’in çirkin açılış hamlelerine belirgin bir eğilimi var, neyse ki her zaman zevk sahibi bir tarzda oynayan Rubinstein tarafından burada tamamen çürütülüyor. Zira bu estetik olmayan oyun birincilik ödülüyle taçlansaydı bu bir skandal olurdu!” diye görüş bildiriyor. Yine aynı köşede siyahın 25. hamlesi için Dr. Tarrasch “Siyahın şu ana kadarki iğrenç oyununun en tutarlı devamı: alışılmadık büyüklükte bir eşeklik.” diye yazıyor. Bu eleştiri Bay Nimzowitsch’i aşağıdaki satırların yayınlanmasını rica etmek zorunda bırakıyor:
Ayın 12. gününde Lokalanzeiger’in satranç köşesinde Dr. Tarrasch, Rubinstein’a karşı oynadığım partimi -kamuoyu önünde oyun tarzımı aşağılamak için uygun bir araç olarak- yorumlarıyla birlikte yayınladı. Benim satranç anlayışımla kimsenin uyuşuyor olmasına gerek yok ama böylesi abartılı ve çarpık bir eleştiri en enerjik bir karşılığı gerektiriyor. Oyun tarzıma yönelik “çirkin”, “iğrenç” gibi tabirler ve bilinç kaybına yol açan bir öfke nöbetinin buna benzer diğer semptomları örnek olmak isteyen bir yorumcuya yakışmıyor. Ayrıca burada sanki Dr. T. benden 3. e4-e5 varyantındaki teorik fiyaskosunun intikamını almak istiyor gibi bir düşünce akla geliyor. Şüphesiz Hanham gibi bir açılışı böyle sert bir şekilde yerin dibine sokmak istemek gülünç. Rubinstein’a karşı olan oyunum birinciliğin şanı ve 2500 Frank için belirleyici olacaktı. Anlaşılır bir heyecanla kendi kuvvetimin çok altında oynadım. Dr. Tarrasch bu husus hakkında susuyor ve kendisi için karakteristik bir şekilde oyun tarzım hakkında -bilen herkesi öfkelendirmesi gereken- bir yargıya varıyor. Ayrıca “çirkin” Hanham Varyantı’nın doğruluğunu Dr. Tarrasch’a karşı ad oculos göstermeye hazırım, tıpkı tartışmalı e4-e5 varyantının doğruluğunu gösterme zevkine eriştiğim gibi. Bahsi Dr. Tarrasch belirleyebilir, ben siyah taşları alacağım, önceden kararlaştırılmış sayıda parti oynayacağız ve…haklı olan taraf kazanacak.
“Deutsches Wochenschach”, 28 Nisan 1912
Tarrasch bu düelloya daveti yanıtsız bırakır. Praeceptor Germaniae, Baltık diyarından bir gençle yüz göz olmaya niyetli değildir, üstelik aralarındaki skor da Nimzowitsch’in lehinedir dolayısıyla yapılacak bir maç riskler barındırmaktadır. İkili arasındaki esas çekişme ise bir sonraki sene gerçekleşecektir.
Tarafların neden bahsettiğini daha iyi anlamak adına son olarak San Sebastian 1912’den Rubinstein – Nimzowitsch ve Nimzowitsch – Tarrasch partilerine bakalım.
“Tuhaf ama gerçek; çünkü hakikat tuhaftır her zaman;
Kurgudan da tuhaf; eğer anlatılabilseydi,
Romanlar bundan ne kazançlı çıkardı!”
Lord Byron (“Don Juan”)
Byron eğer günümüzde yaşasaydı yine böyle yazar mıydı? Emin değilim. Artık hakikat diye bir şeyin varlığından söz etmek mümkün değil, farklı kurgulardan bahsedebiliyoruz sadece. Zira dilin, zihnimizin veya nesnel dünyayı algıladığımız duyularımızın bize esasen bir kurgu yahut hakikatin çarpıtılmış bir temsilini sunduğunu zaten Antik Yunan’dan beri biliyorduk ama bunu gerçek anlamda içselleştirip toplumsal hayatı düzenleyen bir ilke olarak kullanmaya başlamamız ancak yakın zamanlarda oldu. Hakikatin tuhaflığı da aslında bundan ileri geliyor, ifade edemememiz ve hiçbir zaman bütünüyle kavrayamamamız ona mistik karakterini kazandırıyor. Böylece kurgu hakikatin yerini alırken, hakikat adeta gnostik bir yerde konumlanıyor ve giderek kurmaca bir karakter kazanıyor.
İtalyan yazar Paolo Maurensig’in Teoria della ombre (“Gölge Teorisi”) adlı romanı da işte bu hakikat-kurgu ikiliğinde gidip gelen ve Byron’ın asla ulaşılması mümkün olmayan hedefine olabildiğince erişmeye çalışan bir eser. Maurensig, dördüncü dünya şampiyonu Alexander Alekhine’in Portekiz’deki son günlerini ve gizemli ölümünü titiz bir araştırmayla hakikate yakınsayarak anlatmaya çalışıyor, öyle ki romanı yer yer bir Alekhine biyografisi şeklinde okumak da mümkün. Örneğin romanda Alekhine’in Nimzowitsch’e yönelttiği eleştiriler hemen hemen birebir olarak Alekhine’in Pariser Zeitung’ta çıkan “Yahudi ve Aryan Satrancı Üzerine” başlıklı haklı olarak kötü bir şöhrete sahip makalesinden alıntılanmış. Saemisch’in Hans Frank ile dostane ilişkilere sahip Alekhine’in Przepiorka’nın katlini engellemediği yönündeki suçlaması, romanda Alekhine’in otele gelen kadın gazeteciye verdiği röportajda eski eşleri Barones Anna von Severgin, Anneliese Ruegg, Nadejda Fabritskaya ve tabii Tokyo’da verdiği bir simultanede tanıştığı son eşi Grace Wishaar ile ilgili anlattıkları vb. birçok ayrıntı da biyografik veya belgesel kaynaklara dayanıyor.
Maurensig’in bu çabası elbette takdire şayan ve romanı satrançseverler için daha da ilgi çekici kılıyor zira satrancı konu alan roman veya filmlerde yapılan hataların ne kadar gözümüze battığı malum. Ancak şahsen büyük tarihsel romanlarda bu noktada ince bir dengenin olduğunu düşünüyorum, yazarın yaptığı araştırma okurun gözüne batmamalı ve kurgunun önüne geçmemeli. Julian Barnes’ın Şostakoviç’i konu alan The Noise of Our Time’ında da düştüğünü gözlemlediğim bir hatayı yapıyor Maurensig, araştırmasını bize aktarmada fazla aceleci ve bilgiç davranıyor. Bu açıdan eserin iyi bir roman olmayı kıl payı ıskaladığını söyleyebilirim ama bu yine de Alekhine’in partileri ile büyümüş bir satrançsever olarak romandan fazlasıyla zevk almamı engellemedi elbette ve biraz yüzeysel bir bilgiye sahip olduğum şampiyonun gizemli ölümüne dair beni daha fazla okumaya sevk etmesi açısından Maurensig’e kesinlikle bir teşekkür borçluyum.
İkinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Alekhine
Alekhine’in Avrupa’nın batı ucunda, Atlantik kıyısındaki Estoril’deki günlerini anlayabilmek için şampiyonun İkinci Dünya Savaşı yıllarını bilmek gerekir. Savaş başladığında Buenos Aires’te 1939 Satranç Olimpiyatı’nda -Fransa adına- oynayan şampiyon, Albert Becker’in aktardığına göre Olimpiyat boyunca Almanlara karşı düşmanca bir tutum sergilemiş hatta Almanya’nın birincilik mücadelesindeki rakipleri Polonya ve Arjantin karşısında bilerek oynamamıştır. Birçok oyuncunun aksine savaşa rağmen Ocak 1940’ta Avrupa’ya geri dönen Alekhine’i, Lizbon’da geçirdiği kısa bir sürenin ardından Fransız ordusunda astsubay olarak görürüz. Rusça, Fransızca, Almanca ve İngilizce bilmesi nedeniyle istihbaratta tercüman olarak değerlendirilen Alekhine, Haziran ayında Fransa’nın işgali sonrasında Lizbon’a ve oradan da Amerika’ya gitmek amacıyla Marsilya’ya geçer. Fransa’dan çıkışına izin verilmemesi nedeniyle özel bir pasaport edinmek için uğraşan şampiyon bunda başarısız olunca mecburen işgal altındaki Paris’e geri döner, yurtdışına çıkış izni için bir sene bekleyecektir. Bu arada eşi Grace Wishaar’ın şatosuna Naziler el koyar ve Alekhine büyük olasılıkla hem Yahudi kökenleri olan ve çıkış izni alamayan Amerikalı eşi Grace Wishaar’ı hem de gayrimenkullerini korumak adına Vichy Hükümeti ve Nazilerle iş birliğine gitmek zorunda kalır.
Mart 1941’de Pariser Zeitung’ta “Yahudi ve Aryan Satrancı” başlıklı altı bölümlük bir makalesinin yayınlanması aslında Alekhine için sonun başlangıcıdır. Bu makalelerde korkunç bir antisemitizm ile Nimzowitsch başta olmak üzere Yahudi satranççılara ve onlara atfedilen savunmayı önceleyen, risk almayı sevmeyen satranç anlayışına -Nimzowitsch’in profilaksi veya yoğun koruma kavramları başta olmak üzere- saldırılmaktadır. Makaleler satranç dünyasında ve genel kamuoyunda bir şok etkisi yaratır ve Alekhine’in bir işbirlikçi olarak damgalanmasına yol açar.
Nihayet Nisan 1941’de, herhalde bir ödül olarak, savaşta tarafsız kalmayı seçen Salazar diktasının hüküm sürdüğü Portekiz’e -kendisini okyanusun öte yakasına götürebilecek bir transatlantiğe binebileceği Lizbon’a- gidebilir. Fakat ABD’ye vize almayı büyük ihtimalle yayınlanan makaleleri yüzünden başaramaz ve 1927’den beri yokuşa sürdüğü ancak artık Avrupa’dan tek kaçış umudu olan Capablanca ile bir rövanş maçı için sürdürdüğü görüşmeler de sonuçsuz kalır. Kaçış planları suya düşen şampiyon, Reich’ın satranç organizatörü Ehrhardt Post’un davetiyle Nazi turnuvalarında oynamaya başlar.
1941-43 arasında Salzburg, Prag, Krakow, Münih, Varşova gibi Üçüncü Reich topraklarındaki şehirlerde Keres, Bogolyubov, Schmidt, Junge, Stoltz gibi ustalarla birlikte turnuvalar oynayan – çoğunu da kazandığını ekleyelim- ve bu arada Polonya Genel Hükümeti’nin başındaki Hans Frank ile dostane ilişkiler geliştiren Alekhine, 1943’te İspanyolların davetiyle Madrid’e gider. İspanya’da da turnuvalara katılmaya devam eder ama oyun seviyesinde bir düşüş göze çarpmaktadır. Bu arada sonradan büyükusta olacak genç Pomar’a dersler verir ve onun için özel bir kitap bile yazar.
Mayıs 1945’te savaşın Müttefikler lehine sona ermesiyle Alekhine, tıpkı 1917’den sonra olduğu gibi kendini bir kez daha yanlış tarafta bulur, Nazi işbirlikçisi yaftası peşini bırakmayacaktır. Temmuz 1945’te Gijon’da Antonio Rico’ya, Eylül’de Caceres’te oynanan turnuvada Portekiz şampiyonu Francisco Lupi’ye geçilir. Aralarındaki oyunu kazanan Lupi, bu turnuva zaferini “acı bir hatıra” olarak niteleyecektir, zira Alekhine’in içinde bulunduğu depresyon ve aralarındaki oyunda adeta intihar edercesine oynaması genç Portekizliyi üzmüştür. Francisco Lupi, aynı zamanda Alekhine’in son günlerindeki tek dostudur.
Nazilerle olan geçmişi nedeniyle persona non grata haline gelen Alekhine için İspanya’daki durum hem politik hem de finansal olarak kötüleşmektedir ve şampiyon Caceres’teki turnuvadan biraz sonra tekrar Portekiz’e gelir, Lizbon yakınındaki turistik bir belde olan Estoril’e yerleşir. Kış nedeniyle oteller boştur ve personel sayısı azaltılmış Hotel do Parque’ta adeta yapayalnızdır. Fransa’daki eşi Grace ile arası açılmış ve cebinde hiç parası kalmamıştır, Lupi’nin yardımlarıyla geçinmektedir. Tam bir psikolojik çöküntü içindedir, üstelik tüm hayatı boyunca kendini bırakmayan alkol alışkanlığı da artarak devam etmektedir.
Savaşta alınan zaferi kutlamak adına düzenlenen Londra’daki turnuvaya -Steiner kazanacaktır- aldığı davet onu önce sevindirir ancak daha sonra Nazilerle olan geçmişi nedeniyle organizatörün daveti iptal etmesi şampiyonun morali üzerine yıkıcı bir etki yapar. Yine de son anda bir ümit ışığı görünür: Botvinnik ile İngiltere’de oynanacak bir unvan maçı!
1939’da da unvan maçı görüşmelerinde bulunduğu Mihail Botvinnik federasyonu aracılığıyla bir unvan maçı talep etmektedir, Mart ayı başında Britanya Satranç Federasyonu’ndan gelen bir telgraf ile Alekhine bilgilendirilir. Depresif ruh halinden çıkan şampiyon hemen hazırlıklara başlar. Ancak 5 Mart’ta Churchill’in “demir perde” terimini siyasi literatüre sokan ve Sovyetler ile uydu devletlerini düşman ilan eden konuşmasından sonra şampiyon maçın gerçekleşmeyeceği düşüncesine kapılır. Buna karşın 23 Mart’ta Britanya Satranç Federasyonu İngiltere’de oynanacak bir unvan maçına sponsor olmayı kabul eder ve Alekhine’e telgraf gönderir. Fakat şampiyon daha telgrafı alamadan 24 Mart sabahı odasında ölü bulunur. Yapılan otopside ölüm nedeni gırtlağına takılan bir et parçası nedeniyle boğulma olarak belirlenir. Naaşı 23 gün sonra geçici olarak Portekizli bir satranççının mezarına defnedilir fakat günümüzdeki istirahatgahı olan Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’na nakli için 1956’yı beklemek gerekecektir.
Şüpheli Ölüm ve Komplo Teorileri
Alekhine’in 1939’dan ölümüne dek olan hayat hikayesinin kısa özetinden sonra herhalde niye ölümüne dair komplo teorilerinin çıkabileceği anlaşılır. Zira birçok ülkede, özellikle de Fransa’da, Naziler ile iş birliği yapanlar ortadan kaldırılmaktadır ve Alekhine’in Pariser Zeitung’ta antisemitik makaleler kaleme alan ve Hans Frank, Goebbels gibi en üst düzeydeki isimlerle bir arada bulunmuş biri olarak intikam listelerine girmiş olması gayet muhtemel. Ayrıca Botvinnik ile yapacağı unvan maçının kesinleşmesinden hemen sonra ölü bulunması da şüpheli bir tesadüf olarak nitelendirilebilir. Sadece bu kadarla kalsa komplo teorilerine gülüp geçebilirdik ancak otopside yapılan maddi hatalar, kimi çelişkili ifadeler, Portekiz Gizli Servisi PIDE (Polícia Internacional e de Defesa do Estado : Uluslararası ve Devlet Güvenlik Polisi) de işin içine girince karşımıza iyi bir polisiyeyi aratmayacak kadar gizem çıkıyor.
Alekhine’in ölümüne dair başlıca araştırma Portekizli bir sanat tarihçisi ve satrançsever olan Dagoberto Markl’a ait. Markl’ın 2001 tarihli Xeque-Mate no Estoril (Estoril’de Şah Mat)adlı kapsamlı çalışmasına erişmem mümkün olmadı ancak COVID-19 salgınının ardından mutlaka Portekizli bir arkadaş vasıtasıyla edineceğim. Şimdilik Edward Winter ve Kanadalı büyükusta Spraggett’in blogunda aktardıklarıyla yetinmek zorundayım.
Komplo teorilerinin başlangıcı esasen Portekizli gazeteci Artur Portela’nın 15 Nisan 1946 tarihinde Diario de Lisboa gazetesinde yayınlanan O segredo do Quarto 43; A morte misteriosa de Alexandre Alekhine (43 Numaralı Odanın Sırrı: Alexandre Alekhine’in Gizemli Ölümü) başlıklı makalesine dayanıyor. Bir dizi ilginç noktaya değinen Portela, 22 Mart gecesi Alekhine, Francisco Lupi ve bir başka Portekizli satranççı olan Jose da Costa Moreira’nın Lizbon’da bir bara gittiğini ve -öldüğünde üzerinde olanla aynı olması muhtemel- paltosunu burada kaybettiğinden bahsediyor. Burada Portela’ya göre gizemli bir şekilde kaybolan ve sonra tekrar ortaya çıkan palto kadar ilginç bir başka detay Moreira zira Francisco Lupi, Ekim 1946’da Avustralya dergisi Chess World’e yazdığı yazıda üçüncü bir kişinin varlığından bahsetmiyor. Bu basit bir unutkanlık veya bahsetmeye gerek duyulmayan bir ayrıntı olarak pekâlâ açıklanabilir ama Spraggett’e göre Moreira’nın aynı zamanda PIDE üyesi olduğu dikkate alınınca şüpheli bir nitelik kazandığı kesin.
Portela yazısında başka dikkat çekici noktalardan da bahsediyor. Otelin Alekhine’in odasındaki mobilyaların hepsini dışarı çıkardıktan sonra odanın numarasını değiştirmesi veya Alekhine’in ilk büyük başarısı St. Petersburg 1909’daki şampiyonluğunun ardından Çar II. Nikolay’ın hediye ettiği ve Estoril’e kadar bir uğur olarak yanında taşıdığı Sevr vazosunun odada kırılmış bir halde bulunması gibi -başka kaynaklar,tanıklar ve ölümünden sonra çekilen fotoğraflarca doğrulanmayan- ayrıntılar Portela’nın üstü kapalı olarak ima ettiğine göre üzeri örtülmeye çalışılan bir cinayete işaret ediyor.
Ölümünden sonra çekilen fotoğraflar ve yapılan otopside de Spraggett’in büyük ihtimalle Markl’a dayanarak işaret ettiği ilginç hususlar söz konusu. Alekhine’in önünde bir satranç tahtası ve tabaklar olmak üzere başı yana eğik oturur vaziyetteki meşhur ölüm fotoğrafını çeken Luis Lupi, Associated Press Portekiz için çalışmakla beraber aynı zamanda Francisco Lupi’nin üvey babası ve bir PIDE üyesi! Üstelik fotoğrafta en az bir adet manipülasyon olması kuvvetle muhtemel görünüyor. Francisco Lupi’nin -Spraggett’in Portekizli satranççı Rui Nascimento’dan naklettiği şekliyle- Rui Nascimento’ya itiraf ettiği gibi eğer satranç tahtası fotoğraf için yerleştirilmişse Lupi’nin fotoğraf için daha neleri değiştirmiş olabileceği gibi bir soru akla geliyor. Tabii fotoğrafta -kırık veya değil- Sevr vazosunun yokluğu da tıpkı Alekhine’in üzerindeki palto gibi dikkat çekiyor. Belki vazo kırılmış ve temizlenmiş olabilir ama Mart ayı sonunda Estoril’de -ki ortalama sıcaklık 20 derece civarı- odada paltosunu çıkarmadan oturuyor olması şüphe uyandıran ve Alekhine’in dışarıda tabancayla vurularak öldürüldükten sonra otele taşındığı ve paltosunun giydirildiği şeklindeki komplo teorisine dayanak sağlayan önemli bir ayrıntı.
Son olarak Dr. Asdrubal d’Aguiar ve ona yardımcı olan Dr Antonio J. Ferreira’nın 27 Mart’ta yaptığı otopside de bazı karanlık noktalar var. Spraggett’in de belirttiği gibi kronik gastrit, asteriyoskleroz ve duodenit izlerinin not edildiği raporda alkol bağımlılığı nedeniyle yıpranmış ve hatta 1945’te Gijon’da muayene olduğu doktorun aşırı bir büyüme tespit ettiği Alekhine’in karaciğerinden bahsedilmemesi enteresan. Daha da hayret verici olan ise Dr Antonio J. Ferreira’nın aslında bir veteriner olması! Üstelik olaydaki birçok karakter gibi PIDE’ye mensup, bu da veteriner doktorun otopside aslında bir PIDE görevlisi olarak bulunduğunu düşündürüyor. Ferreira’nın daha sonra arkadaş arasında Alekhine’in aslında bir cinayete kurban gittiğini itiraf ettiği gibi bir söylentinin var olduğunu da ekleyelim.
Peki eğer Alekhine bir cinayete kurban gittiyse kim şampiyonu öldürtmüş olabilir? Birçoklarına göre Botvinnik ile unvan maçının kesinleşmesinin hemen ardından olayın gerçekleşmesi emrin Sovyetlerden geldiğine işaret ediyor zira Sovyet bürokrasisi içerisinde -bir hain ve Nazi işbirlikçişi olan, anti-Sovyet beyanatları 1920’lerden beri bilinen- Alekhine ile yapılacak bir unvan maçına karşı olanların -Boris Veinstein başta olmak üzere- olduğunu biliyoruz. Öte yandan Naziler ile işbirliği yapanları savaş sonrası ortadan kaldıran Fransız direnişinin bunu yapmış olabileceği gibi bir teori de var, eğer Alekhine unvan maçı için İngiltere’ye gidecek olursa işleri zorlaşacağı için ellerini çabuk tutmak zorunda hissetmiş olabilirler. Son olarak Portekiz’deki Salazar rejiminin Alekhine’i öldürtmek için herhangi bir motivasyonu yoksa da olayın üzerini örtüp uluslararası bir skandala yol açmamak isteyeceklerini düşünmek de pekâlâ akla yatkın görünüyor.
Otopsinin belirttiği gibi gırtlağa takılan bir et parçasının yol açtığı bir kaza mı yoksa bir cinayet mi? Belki de bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Eco’nun Foucault Sarkacı’nda ustaca anlattığı gibi aslında çoğu zaman olayların basit ve komplo teorilerine ihtiyaç duymayan açıklamaları vardır ama bu bizi gerçeğin çölüne göre oldukça renkli görünen kurguların çekiciliğine kapılmaktan alıkoymaz. Ama yine de çoğu zaman hakikat ve kurgunun birbirine karıştığını da unutmayalım, hele de Platon’un mağarasındakiler gibi gölgeleri hakikat zannediyorsak. Başka türlüsü kusursuz bir simülasyona öykünen renksiz bir dünya olurdu, bizim hermeneutik dünyamızda ise bazen bir roman kuru bir araştırmaya göre hakikati anlamada bize daha fazla yol gösterebilir.
Faydalanılan Kaynaklar
Kevin Spraggett’in konuyla ilgili iki bölümlük yazısının mutlaka okunması gerekiyor: 1. Bölüm: http://www.spraggettonchess.com/part-1-alekhines-death/ 2.Bölüm: http://www.spraggettonchess.com/part-2-alekhines-death/
Satranç tarihçisi Edward Winter’ın “Alekhine’s Death” başlıklı makalesi de iyi bir kaynak taraması içeriyor: https://www.chesshistory.com/winter/extra/alekhine3.html
Yine Winter’ın “Was Alekhine a Nazi?” başlıklı yazısına göz atmak da faydalı olacaktır: https://www.chesshistory.com/winter/extra/alekhine.html
Müller & Pawelczak (1953), Schachgenie Aljechin: Mensch Und Werk, Verlag Das Schach-Archiv
Moran P. (1972), Agonia de un Genio: A. Alekhine
Portela’nın makalesi için 15 Nisan 1946 tarihli Diario de Lisboa gazetesi
Richard Teichmann (1868-1925), 1890’lı yıllarda başlayan kariyerinde hemen her zaman dünyanın en iyi oyuncularından biriydi. 1921 gibi bir tarihte, 53 yaşında ve savaş nedeniyle uzun bir süre oynamamışken Alekhine ile yaptıkları altı partilik maçın berabere sonuçlanması oyun kuvveti hakkında bir fikir verir.
Genellikle turnuvaları beşinci tamamladığı için V. Richard diye bilinen Teichmann’ın Sternstundesi(yıldızının parladığı an) Karlsbad 1911’di. Şampiyon Lasker ve aynı senenin Mart ayında San Sebastian’da kazandığı zaferle tüm satranç camiasını şaşırtan Capablanca haricinde dünyanın en iyi oyuncularının oynadığı 25 turluk turnuvayı, hem güzel hücum partileri hem de harika pozisyonel oyunlar oynayarak Rubinstein ve Schlechter’in önünde birinci tamamlayan Richard Teichmann olur. Satrancın Esasları’nı okuyanlar, 1913 Capablanca-Teichmann Maçı’nın ikinci partisini hatırlayacaktır ve elbette aklımda kaldığı kadarıyla Capablanca’nın şu sözlerini de: “Bu oyunsonu dünyanın en iyi oyuncularından birine karşı oynanmış olması nedeniyle önemlidir.” Gerçekten de hakkı fazla teslim edilmese de yirminci yüzyılın ilk çeyreğine damga vurmayı başarmış en önemli oyunculardan biridir Teichmann ve onu yenmek herkes gibi Capablanca için de bir gurur kaynağıdır.
Genç yaşta sağ gözünü kaybeden ve bu gözüne taktığı bantla bir korsan gibi görünen Teichmann’ı, sözü daha fazla uzatmadan Lasker’den dinleyelim isterseniz. Günümüzde Carlsen’in mesela Aronyan’ın bir zaferi ardından böyle bir yazı kaleme aldığını düşünebiliyor musunuz?
Teichmann’ın Zaferi
Karlsbad Satranç Turnuvası’nın Bitimine Dair
Dr. Emanuel Lasker (“Berliner Zeitung am Mittag)
Karlsbad’taki turnuva Teichmann’ın zaferiyle sona erdi. Satranç dünyası buna sevinecek. Uzmanlar, Alman savaşçının oyun tarzının üstün niteliklerini biliyordu ve neden kamuoyunun bu özelliklerine hak ettiği değeri vermediğini kendilerine soruyorlardı. Şimdi bu sansasyonel başarısı ona her zaman inanan kanaat sahiplerini sevindirecek ve bir yetenekten kendisini somut bir eylemle göstermesini talep eden kamuoyunun teveccühünü kazanacak.
Teichmann’ın artık “birinci sınıf” diye tabir edilen sınıfa yükseldiği su götürmez. Muvaffakiyeti tesadüfi değildi. Turnuva başarısı, kılı kırk yaran bir eleştirmenin bile tüm çabalarına karşın dokunamayacağı bir uzaklıkta duruyor. 25 partiden yalnız ikisini kaybetmekle kalmadı, sıralamada ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sırayı elde eden en sert rakiplerini de yendi. Burn’e kaybettiği partide faniliğinin bedelini ödedi. Sinirleri bir defalığına mahsus herhangi bir zayıf noktada fazla gerildi ve muhakemesi bir gün için alışıldık keskinliğini kaybetti. Onun dışında zafere ulaşana kadar beş hafta boyunca azalmayan bir yetkinlikle mücadele etti.
Teichmann aşağı yukarı benimle aynı zamanda tanınmış satranççıların arenasına adım attı. 1890’lı yılların başında ben genç bir öğrenci olarak o zaman satranççıların “Dorado”su olan İngiltere’ye gittim, Teichmann da birkaç ay sonra beni takip etti. Her zaman birbirimizle dostça münasebette bulunduk. Bir defasında bir kapıdan kimin önce geçeceği konusunda hangimizin daha büyük olduğunu bilmediğimizden karar verememiştik. İkimiz de tam olarak aynı günde doğduk. Teichmann için takdirle denilebilir ki hiçbir zaman bir sanatçı kıskançlığı duymamıştır. Her zaman meslektaşlarına karşı düşünceli olmuştur. Örneğin kendisini üstün gören ihtiyar İngiliz savaşçı Blackburne’ün sahip olduğu gibi bir üstünlük iddiasında hiçbir zaman bulunmamış, aslında layık da olsa hiçbir zaman kendini bir yere koymamıştır. “Dirsek enerjisi”nden yoksundur. Kendisini betimlemek gerekirse: Eski Fransızca ve Eski İngilizcenin yanı sıra yarım düzine daha modern dil bilen ve müzik, felsefe ve diğer konular hakkında mükemmel bir şekilde tartışabileceğiniz eğitimli bir insandır, bir yandan da bir köylü gibi biraz kaba saba bir yanı da vardır.
Tam bir gezgindir, ataları belki de Hengist ve Horsa’nın orduları için topladığı o huzursuz insanlardan olan bir Saksondur. Stili herkesin ulaşmaya çalışıp sadece seçkin bir zümrenin sahip olduğu bir nesnelliğe sahiptir. Kaybetse bile, uygulamadaki ayrıntılarda yanlışlık vardır ancak bir satranç ustasının sahip olduğu en önemli şey, iyi ve kötüyü değerlendirme ve muhakeme yeteneği, nadiren yolunu şaşırır.
Turnuvada ikinci ve üçüncü sırayı Rubinstein ve Schlechter aldı. Schlechter iyi bir seriyle başlamıştı ama turnuvanın ortasına, 15. tura, gelindiğinde, mümkün olan puanların ancak yarısını toplayabilmişti. Turnuvayı yüksek bir yerde bitirmesini sonlara doğru olan çabasına borçlu. 15 aydır her ciddi maç ve turnuva fırsatını değerlendirdiği için biraz orijinalliğini yitirmiş. Aşırı kullanılan beynin intikamı. İyi şeyler zaman ister. Sahneyi bir süreliğine diğer aktörlere bırakırsa akıllılık eder.
Rubinstein için bu sene şanslı bir sene değil. San Sebastian’da hak ettiği birincilik elinden kaçtı ve Karlsbad’ta çoğu zaman kendi kuvvetinin altında oynadı. Hakkında verilecek yargı kesin değil, bu da halen genç bir usta için açıklanabilir. Ancak kesin olan bir şey var, o da oyunlarının derin bir çekiciliğe sahip olduğu. En küçük üstünlüğü bile kullanmayı bilme sanatında eşsiz ve konumlarını oluşturmada estetik bir anlayış kendini dışa vuruyor. Rotlewi’de yeni bir Janowski doğmuş gibi görünüyor. Aynı zafere olan inanç, ileriye atılmada aynı cesaret ve sağlam direnç karşısında aynı başarısızlık. Genç Rus, bu yanlışından büyük ihtimalle gitmek istediği Amerika Birleşik Devletleri’nde kurtulacak çünkü Amerikanlaşan Avrupalılarda enerji bir ateş gibi alevleniyor.
Not: “Dirsek enerjisi”: Bununla sanırım Lasker, mecazi olarak Teichmann’ın kavgacı bir tutumu olmadığını anlatmak istiyor.
Son olarak Teichmann’ın Karlsbad 1911’de en yakın rakiplerini aynı varyantta -ki kendi adını taşımaktadır- yendiği partilere göz atalım. İspanyol Açılışı’nı oynayan oyuncuların mutlaka bilmesi gereken -özellikle de günümüzde yeniden moda olan 6.d3 gibi varyantları oynuyorsa- bu iki klasik partide yüksek bir tekniğe sahip Teichmann’ı aynı zamanda iyi bir hücum oyuncusu olarak da görüyoruz:
Schlechter’i yendiği parti ise aynı zamanda güzellik ödülü almıştı:
Temmuz 1914’te Mannheim’da 19. Alman Satranç Kongresi kapsamında oynanan Ustalar Turnuvası satranç tarihinde aniden patlak veren savaş yüzünden yarıda kesilmesi nedeniyle özel bir yere sahiptir. Düşman ülke vatandaşları olarak -turnuva yarıda kesildiğinde turnuvayı ilk sırada götürdüğü için birinci ilan edilen- Alekhine başta olmak üzere Bogolyubov ve Romanovski gibi tanınmış oyuncuların da aralarında olduğu toplam 11 Rus oyuncunun Almanya’da enterne edilmesi ve daha sonraki maceraları başlı başına bir kitap konusu olabilir ve hatta yakın zamanda olmuştur da. (Bkz: Gillam A.J. Mannheim 1914 and the Interned Russians, The Chess Player. 2014) Ancak Mannheim 1914’ün özellikle bizleri ilgilendiren bir başka hikayesi var ki o da en az Alekhine’in Almanya’dan Rusya’ya dönüş öyküsü kadar enteresan.
19. Alman Satranç Kongresi kapsamında düzenlenen tek turnuva Ustalar Turnuvası değildir, bunun yanı sıra Hauptturnier – A (Ana turnuva-A), Hauptturnier – B (Ana turnuva-B) ve sadece Alman Satranç Birliği üyelerine açık Nebenturniere (Yan turnuvalar) da vardır. Özellikle birinci olanın Alman Satranç Birliği nazarında usta kategorisine yükseleceği -ve dolayısıyla ustalara açık üst kategoride oynayabilecek hale geleceği-Hauptturnier-A’da ünlü isimleri görmek mümkündür: Ilya Rabinoviç, Carl Ahues, Fedor Bohatırçuk, Lajos Asztalos, Aleksey Selezniyov, Karel Opocensky…Fakat final sıralamasına baktığımızda en tepede, daha sonraki yıllarda belki en üst düzeyde olmasa da onun bir seviye altında yer alan tanınmış oyuncular olacak bu satranççıları değil, Wiener Schachzeitung’un tabiriyle: “Halegna, bir Türk”ü görürüz! Soyadı büyük olasılıkla Deutsche Schachzeitung tarafından yazıldığı şekliyle “Hallegua” olan satranççı, turnuva yarıda kesildiğinde 8/11 puanla Rabinoviç ve Tenner’in yarım puan önündedir ve bir tur eksik oynayan ve yarım puan daha az ancak daha iyi bir yüzdeye sahip Rabinoviç ile birlikte birinci ilan edilir.
Maalesef Bohor Hallegua’nın hayatına dair fazla bir bilgi mevcut değil, var olan bilgileri ise Alexander Bock’un Wikipedia’nın Almanca sürümüne yazdığı “Bohor Hallegua” makalesine borçluyuz. 1910 senesi civarında Paris’te bir lisede okuduğu ve 1914’te kendisinden “genç adam” olarak bahsedildiğini biliyoruz, dolayısıyla doğum tarihini 1890-1895 yılları arasına tarihlememiz mantıklı görünüyor. Bock’a göre soyadından yola çıkarak Selanik’teki Yahudi cemaatine mensup olması olası olan Hallegua, birçok Osmanlı eliti gibi kendisini devrin kültür başkenti Paris’te bulmuş olmalı. Lise yıllarında satrancı öğrenen Hallegua, daha sonra Quartier Latin’de bulunan bir satranç cemiyeti olan L’Académie Ludo ‘da düzenli olarak oynamaya başlar.
Haziran 1912’de Eduard Lasker’i bir simultanede yenen Hallegua Ekim 1913’te ise bu sefer Capablanca’yı Kübalının L’échiquier satranç kulübünde verdiği simultanede yenmeyi başaran iki isimden biri olur ve Paris satranç çevrelerindeki şöhretini artırır. 1913-1914 yıllarında Janowski ve Marshall gibi devrin en iyi oyuncularından ikisiyle danışmalı partiler oynayan -ki bunlardan birinde Marshall’ın içinde olduğu trioyu partnerleriyle birlikte yenmeyi başaracaktır- Bohor Hallegua Şubat-Mart 1914’te meşhur Café de la Régence’ta oynanan on oyunculuk döner sistem bir turnuvayı 6/9 skoruyla Janowski’nin arkasında fakat Lazard gibi önemli isimlerin önünde ikinci tamamlamıştır. Mannheim’ın hemen öncesine 12-14 Temmuz tarihleri arasında L’échiquier’de düzenlenen üst düzey bir dörtlü turnuvada, Alekhine, Marshall ve geleceğin Fransa şampiyonu Muffang ile oynayan Hallegua üç partiyi de kaybederek son sırayı alır. Yine de böyle bir turnuvada oynaması bile onun oyun kuvvetine ve şöhretine bir işarettir.
Haziran ayında Mannheim’daki Hauptturnier-A’ya katılmak için başvuran ve kabul edilen Hallegua, 20 Temmuz’da başlayan turnuvada daha önce gördüğümüz gibi hiç de fena olmayan rakipler karşısında adeta fırtına gibi eser. Tek mağlubiyetini Tenner’e karşı alan satranççı, +6 =4 -1 skoruyla ilk 11 turu 8 puanla lider kapatmayı başarmıştır! Bohor Hallegua’nın oyun seviyesinin hiç de hafife alınmaması gerektiğini gösteren bir skor. Nitekim Hallegua’nın bu turnuvadan notasyonu bize ulaşan tek partisindeki rakibi Hollandalı Schelfhout, her ne kadar başarısını sürpriz olarak nitelese de, Hallegua’nın “sağlam ve güçlü konumsal oyununu” övmektedir.
Tabii 1 Ağustos’ta Almanya’nın seferberlik ilan etmesi ve Rusya’ya savaş açmasıyla turnuva yarıda kalınca daha önce bahsettiğimiz gibi genç Osmanlı Rabinoviç ile birlikte birinci ilan edilir ve böylece satranç kariyerinin en büyük başarısını elde etmiş olur! Ancak patlak veren savaş, Hallegua’nın sevincini kursağında bırakır zira artık Fransa Osmanlı İmparatorluğu -ve elbette Almanya- ile ayrı kamplardadır ve Fransa’ya geri dönmek bir Osmanlı için tehlikeli olabilir. 1915’e kadar Almanya’da kalan Hallegua -bu süre zarfında Humbert’e karşı bir yazışmalı parti oynamıştır- daha sonra Paris’e geri döner. Mayıs 1915’te Cercle Philidor satranç kulübünde danışmalı partiler oynarken gördüğümüz oyuncunun izine daha sonrasında Bock 1921’e dek rastlamamıştır, dolayısıyla bu arada ne yaptığını bilmiyoruz ancak satranç kulüplerinde oynamaya devam ettiği hemen hemen kesin. Zira Paris’teki Les échecs du Palais-Royal satranç kulübünün 15 Nisan 1921’de yayınladığı üye listesinde kendisini onur üyesi olarak görmekteyiz, üstelik adresi de mevcut: Rue de l’Abbé-de-L’Épée 5, 5. Arrondissement. Belki kendisini araştırmak isteyen meraklılar olursa bu bilgi faydalı olabilir.
Hallegua’ya dair Bock’un bulabildiği son referans ise Deutsche Schachzeitung’un Ekim 1926 sayısıdır. Fransız Savunması’nın Alekhine-Chatard Atak devamyoluna dair okur mektuplarından gelen tavsiyelerin belirtildiği sayfada Hallegua’nın da adı geçmektedir. Bu tarihten sonra ise Hallegua’nın izine maalesef rastlanamamıştır. Ancak herhalde satranç hummasının kendisinin peşini bırakmadığını varsaymak yanlış olmaz.
Satranç dışı hayatına dair hiçbir bilgimizin olmadığı ve hatta satrancına dair de elimize çok az malzeme kalan Bohor Hallegua halen araştırılmayı bekleyen bir kişiliktir. 17.yüzyıla kadar şatranjda en ileri ülkelerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu satrancın Avrupa’daki evrimine -diğer birçok alanda olduğu gibi- ayak uyduramamış ve maalesef satrançta esamesi okunmayan bir ülke haline gelmişken Bohor Hallegua gibi bir ismin varlığı satranç tarihimiz açısından son derece büyük önem teşkil ediyor. Elbette lise yıllarından itibaren Fransa’da yaşayan ve satrancı da yine bu ülkede öğrenen Hallegua Fransız satranç camiasının bir ferdidir ancak 19.yüzyıl sonu imparatorluğun en kozmopolit kentinden çıkan Yahudi bir satranç oyuncusunun satranç tarihimize renk katacak keşfedilmeye değer bir hayatı olduğu da muhakkak. Selanik nüfus kayıtları yahut Paris’te yapılacak detaylı araştırmalar ile belki bir gün Mannheim’ın muzaffer Osmanlısının gizemli hayatı açıklığa kavuşur.
Son olarak Mannheim 1914’te Hallegua’nın Schelfhout’u yendiği partiye bakalım. Sizce de Capablanca’yı hatırlatan oldukça temiz bir galibiyet değil mi?