Bir Yugofilin İzlenimleri ve Paraćin 2012

“Yolculuk yapa yapa farklılıkların kaybolduğunu fark ediyor insan: her kent bütün öteki kentlere benziyor sonuçta, biçim,düzen ve uzaklıkları değiş tokuş ediyor aralarında yerler, ‘biçim’siz, ince bir toz bulutu kaplıyor kıtaları…”
Görünmez Kentler”, Italo Calvino

Bir şehirle kurduğumuz ilişki ne zaman iki yabancının mesafeli soğukluğundan dostça bir sıcaklığa evrilir? Bunun kesin bir yanıtı veya tarifi yok elbette ama en önemli göstergelerinden biri nereye gideceğinizi düşünmeden, bir haritaya ihtiyaç duymadan veya turistik olarak bir şeylere bakma ihtiyacı hissetmeden özgürce şehrin sokaklarını adımlayabilmek olmalı. Yürüme eyleminin zahmetsizce gerçekleştirilmesi: bir yerliyi turistten ayıran en önemli fark. Bu çaba sarf etmeden yürüme eylemi nihayetinde kentleri de birbirine benzetir, bir uyaran olmaktan çıkan kentler sadece yürüyüşümüze bir arka plan oluşturur hale gelirler ki burada farklılıklar artık önemsizdir.

Şu ana kadar yaşadığım kentler dışında bu zahmetsizce yürüme eylemini gerçekleştirebildiğim bir şehir varsa o da Belgrad -ve bir nebze Novi Sad- olmalı. İlk defa Ağustos 2011’de gittiğim Belgrad’a daha sonra en az yedi-sekiz defa gitme fırsatı buldum, daha doğrusu bir şekilde yarattım. Bu, şehrin çok güzel olmasından kaynaklanmıyor, eğer mimari estetik, kültürel canlılık vs. gibi unsurlar değerlendirilecekse şüphesiz çok daha etkileyici kentler mevcut. Beni Belgrad’a ve genel olarak Sırbistan ve eski Yugoslavya topraklarına çeken şey turistik öğelerden çok hem 2011’deki ilk gezimde hem de daha sonrasında sayısız örneğine şahit olduğum bir insani sıcaklık duygusu. Dünya üzerinde başka nerede tesadüfen Led Zeppelin çaldığı için girdiğiniz bir barda elinizde bir kitapla tek başınıza otururken beş dakika sonra kendinizi ellili yaşlarındaki bir trompetçi ve barmenle birlikte bira içerken bulabilirsiniz ki? Ertesi akşam barmenin doğum günü partisine davet edilmekten bahsetmiyorum bile. (Merak edenler ve yolu Novi Sad’a düşecek olanlar için reklamını da yapayım, Caffe Bar Foxtrot.Giderseniz Dule, Sandra ve Maşa’ya selam söyleyin!)

Foxtrot’tan bir görünüm. İsmini kurucusunun Genesis sevgisine borçlu.

Batı veya Orta Avrupa’da her gün aynı kahveye ve bara gitseniz bile yaşayamayacağınız bir deneyim, o yüzden öğrenciyken trenle yaptığım Batı-Orta Avrupa seyahatindense eski Yugoslavya ülkelerindeki gezilerimi gerçekten iz bırakan ve beni zenginleştiren tecrübeler olarak görüyorum.  Musée d’Orsay’da empresyonistlerin tablolarına bakmak, arka planda Eyfel Kulesi ile fotoğraf çektirmek sonuçta çabuk tüketilen aktivitelerdir, bir geziden aklımızda kalan ve bence esas değerli olan insanlarla olan etkileşimlerimizdir.

İlk gezimde beş gün Belgrad’ta kaldıktan sonra Novi Sad’a geçmiş ve orada da birkaç gün kaldıktan sonra otobüsle Polonyalı gezi arkadaşım ile tanışacağım Karadağ’a gitmiştim. Sonraki 15 gün boyunca otostopla Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya ve Arnavutluk’u kapsayan ve spontane gelişen bir rota izledik ve tüm yol boyunca harika insanlarla tanıştık. Gitmeden bir Türk olarak dikkatli olmam gerektiği konusunda uyarıldığım Bosna-Hersek’e bağlı özerk Sırp Cumhuriyeti bölgesinde bile bir çiftçinin yolda yürürken bizi görüp evine davet ettiğini -önce bir kahve fakat ardından akşam yemeği ve geceyi geçirmek üzere- söylemek herhalde Yugoslav insanının sıcaklığı hakkında bir fikir verir. Buna benzer birçok anı ve elbette kurulan yeni arkadaşlıklarla geri döndüğüm geziden sonra neden Sırbistan ve diğer eski Yugoslavya ülkelerine tekrar tekrar gittiğim anlaşılabilir sanıyorum. Tabii bunun için ayrı bir bahane bulmak hiç de fena olmazdı ve nitekim imdadıma satranç turnuvaları yetişti!

Gezi boyunca kullandığımız eski Yugoslavya haritası. Yeni yollar elbette haritada görünmüyordu 🙂

Tito’nun Yugoslavyası Sovyetler Birliği’nden sonra dünya satrancının merkeziydi -zaten birçok şehrin ismine satranç turnuvalarından aşina olduğumu ilk gittiğim zaman fark etmiştim- ve bu miras büyük ölçüde kaybedildiyse de elbette tamamen yok olmuş değil. Nitekim bir gün FIDE turnuva takvimini kurcalarken Belgrad ve Niş arasındaki yaklaşık 25.000 nüfusluk bir kasaba olan Paraćin’de 2000 ELO üstü bir açık turnuva düzenlendiğini gördüm ve hemen kaydımı yaptırdım, tabii bu aynı zamanda büyük şehirler haricindeki farklı bir Sırbistan’ı keşfetmek için de iyi bir fırsattı. Kalacak yeri yurtdışına eğer yalnız çıkıyorsam hemen her zaman yaptığım gibi Couchsurfing sitesinden ayarladım, Paraćin’in yaklaşık 10 km uzağındaki bir başka kasaba olan Ćuprija’da (Ivo Andrić’in meşhur “Drina Köprüsü” romanını okuyanlar ćuprija -“çupriya” diye okunuyor- kelimesinin Türkçe “köprü”den geldiğini bilirler, buna benzer Sırpçada binden fazla Türkçe kökenli sözcük mevcut) harika bir konukseverlik anlayışına sahip bir aileye misafir oldum. Belki bir otel kadar rahat değildi ve evin şartları da çok iyi olmayabilirdi ama soğuk bir otel odasındansa bir aile ortamında kalmak, ev halkıyla çat pat Sırpça kelimelerle anlaşmak, beraber adını sanını duymadığım Türk dizileri izlemek kesinlikle farklı bir atmosfer yaratıyor ve fazla hazırlık yapma fırsatı bulunamasa da sağlıklı bir zihin yapısı ve ruh haline sahip olmak bence satranca da olumlu yansıyor.

Turnuva Paraćin’in o zamanlar tek büyük oteli olan Hotel Petrus’ta düzenleniyordu. Suat Atalık’ın bir numaralı seri başı olarak başladığı turnuvada Vovk, Pap, Gleizerov gibi yabancı büyükustaların yanı sıra Damljanović, Cvitan gibi Yugoslav efsanelerini görmek de mümkündü. Tabii o zamanlar henüz Sırbistan Türkiye’den bir satranççı akınına uğramamıştı, günümüzde olduğu gibi dokuz turun sekizinde Türkiye’den oyuncularla oynanmıyordu. Atalık dışında Türkiye’den katılan tek oyuncu bendim.

İlk tur iki numaralı seri başı Ukraynalı büyükusta Yuri Vovk (2584) ile eşleştim. Açılışta aslında her şey güzel gitmişti ama daha sonra oluşan konumu iyi değerlendiremedim ve kaybettim:

İyi bir konumu puana çevirememiş olmak moral bozucu ama neticede bir büyükustaya kaybetmek de normal bir sonuç, dolayısıyla bu mağlubiyetten fazla etkilenmedim. İkinci tur karşıma 2100’lük yerel bir oyuncu çıktı ve nispeten rahat bir şekilde kazanmayı başardım.  Tahtada Sveşnikov’a karşı Beyazın en iyimser rüyalarında bile göremeyeceği şu konumun oluştuğunu belirtmek yeterli olur:

Üçüncü turda rakibim daha önce bir İstanbul Satranç Festivali’nden hatırladığım Bulgar GM Petar Drenchev (2506) idi. İskoç’ta bilmediğim bir varyanta giren Drenchev, üstün bir oyunsonu elde etti ancak güzel bir tuzakla rakibimi kandırmayı başardım:

Sanırım Jan Hein Donner, böyle bir kazançtan büyük zevk alırdı! Kötü konumlarda tuzak kurmanın pratik satrancın önemli unsurlarından biri olduğunu unutmamak lazım. Açıkçası bir büyükustayı böyle bir tuzağa düşürebilmek bana da büyük bir zevk vermişti!

Turnuvada ertesi gün boş gündü ve daha önce Belgrad’ta evinde kaldığım Nevena, arabasıyla beni alarak memleketi Kruševac’ı gezdirdi. Lazarica Kilisesi ile meşhur Kruševac (Kruşevats gibi okunuyor), Sırp milliyetçiliği açısından da önemli bir şehir zira 1389’da Kosova Savaşı’nı kaybeden ve daha sonra aziz mertebesine yükseltilen Sırp Çarı Lazar’ın başkenti olma niteliği taşıyor. 1389’un Sırp milli kimliği açısından ne kadar önemli bir tarih olduğunu -Osmanlı İmparatorluğu altındaki aşağı yukarı 400 yıllık bir esaret döneminin başlangıcı- hemen hemen bütün şehirlerde sokakları dolduran duvar yazılarından da görebilirsiniz. Kısa bir şehir turunun ardından Nevena’nın ailesiyle birlikte yemek yiyip bir gece de kaldıktan sonra ertesi gün tekrar turnuvada oynamak üzere Paraćin’e geri döndüm.

Lazar’ın yaptırdığı Lazarica Kilisesi, harika mimarisiyle Kruševac’a yolunuz düşerse görülmesi gereken bir eser


Dördüncü turda genç IM Nikola Nestorovic (2436) karşısında şansım yine yaver gitti ve kayıp bir konumdan rakibimin dikkatsizliği sonucu bir puan çıkarmayı başardım:

Böylece beşinci tura 3/4 gibi iyi bir skorla girdim. Ancak rakibim kuvvetli bir Rus IM olan Sergey Matsenko (2460) idi ve siyah taşlarla açılıştan sorunsuz çıkmama karşın nasıl bir planla oynadığımı kestiremediğim oldukça yapay bir hamle yapmam avantajı rakibime vermeye yetti ve daha sonra bazı maceralara karşın Matsenko oyunu kazanmasını bildi:

Sonraki iki tur hemen hemen aynı senaryoya göre gelişti. Her iki oyunda da iyi oynayarak kazanç konumlar elde etmeyi başardım fakat yine her ikisinde de zeitnotta yaptığım hatalarla yarım puanı hediye ettim, gerçi Zlatanović’e karşı kaybetmediğim için de şanslıydım:

4 puanla çıktığım sekizinci turda rakibim FM Ivan Martić’e (2402) karşı Velimirović gibi oynamak isterken aslında doğru olmayan bir taş fedası yapmama karşın rakibim panikleyince taş karşılığı yeterli kompanzasyon elde etmiş oldum ve sonrasındaki oyunun sanırım bir iki yerdeki küçük hatalara karşın güzel bir hücum partisi olduğunu söyleyebilirim:

Sekizinci turun bitiminden sonra organizatör Saša Jevtić’in (Saşa Yevtiç) yanına gittim. Saša, “Biliyorum niye geldiğini” dedi ve ardından hemen FIDE Elkitabı’nı açtı. Son tur eşleşmesinden bağımsız olarak (5/8 ile zaten 2400 üstü bir rakip geleceği kesindi) IM normunu garantilemiştim, GM normu içinse şansım yoktu. Gayet rahat ve sevinçli bir şekilde gurmanska pljeskavicamı yemeye gittim (Pljeskavica: Bir çeşit Sırp hamburgeri) ve ardından Ćuprija’nın yolunu tuttum.

Pljeskavica ve Sırbistan’ın “Efes Pilsen”i Jelen

Biraseverlere tavsiyem Niksicko (dark), Zajecarsko ve bulabilirseniz Zagreb’te Velebitsko

Ev sahibim Dalibor, kardeşi ve kız arkadaşı Sandra ile birlikte akşam Dalibor’un çalıştığı “gece kulübü”ne gidecektik. Gece kulübü derken kafanızda Moulin Rouge filan canlanmasın, şehirler arası yol kenarında bahçesinde oto yıkamanın da yapıldığı genişçe bir salona sahip bir bar düşünün. (Aynı yerde Latin dansları gecelerinin de düzenlenmesi benzer ölçekte Türkiye’deki kasabaları düşündüğümüzde aslında yoksulluğuna karşın Sırbistan’ın bazı konularda ne kadar ilerimizde olduğunu gösteriyor. Her Sırbistan dönüşü daha havaalanından eve giderken bile Türkiye’de kamusal alanda ne kadar az kadın olduğunun farkına varıyordum.) Rakijalar ve biraların birbirini kovalamasının ardından -tabii bol bol turbo-folka maruz kaldım- sarhoş olan mekân sahibinin sandalyeleri fırlatıp kırması gibi Kusturica filmlerini aratmayacak sahnelere de şahit olduktan sonra gecenin bir yarısı eve döndük.

Ertesi gün az bir uyku, hafif bir baş ağrısı ve sıfır hazırlıkla ünlü Hırvat büyükusta Ognjen Cvitan’ın (2538) karşısındaydım. Her Şah-Hint oyuncusunun bildiği harika Ftacnik – Cvitan partisinin muzaffer isminin beyaz taşlarla Şah-Hint’e karşı ne yapacağını merak ediyordum:

Böylece turnuvayı 5,5/9 puan ve 2506 ELO performansıyla 16. sırada noktalayarak 2201-2300 ELO aralığındaki en iyi oyuncu için verilen kategori ödülünü de kazanmış oldum. Daha sonra hepsi başarılı geçecek üç turnuva daha oynayacağım Sırbistan’daki ilk turnuvamın öyküsü kısaca böyle. Görüldüğü gibi çoğu zaman iyi bir performans için biraz şansa da ihtiyacınız oluyor ve bir iki oyunda şans yanımda değilse de genel olarak talihli bir turnuva geçirdiğimi de söylemek lazım. Öte yandan şimdi düşündüğümde Sırbistan’da hep iyi performanslar göstermemin sebebinin Yugoslav oyuncuların genellikle reytinglerinin oyun kuvvetlerine göre daha yüksek olmasının yanı sıra bu ülkede kendimi evimde hissetmem de olduğunu düşünüyorum. İyi bir ruh hali ve taze bir zihin özellikle açık turnuvalarda ev hazırlığından bazen daha önemli olabiliyor.

Son olarak yine gezilerim sayesinde öğrendiğim eski Yugoslav rock gruplarından küçük bir seçki.

İlki elbette Yugoslavya’nın Beatles’ı, Goran Bregovic’in gitaristliğini yaptığı Bijelo Dugme (Beyaz Düğme) 80’lerdeki işlerinden bazıları Türkçeye de uyarlandığı için tanıdık gelecektir ama ben daha rock havasındaki ilk iki albümlerini seviyorum:

70’ler Yugoslavyası adeta bir progressive rock cennetidir. Onların arasında bence en iyileri Time, Korni Grupa, Yu Grupa, Indexi, Pop Mašina ve space rockın en iyi gruplarından Igra Staklenih Perli’den kişisel bir seçki:

Nispeten yeni gruplardansa -yeni dediğim 90’lar- canlı da dinlediğim Disciplina kičme (Disciplin A Kitschme) ilginç bir grup:

Son olarak Makedon Vlatko Stefanovski (Leb i Sol’un efsanevi gitaristi) ve Sırp gitarist Miroslav Tadic’ten Anadolu Oyun Havası ile bitirelim:

Rondo

Çok satan kişisel gelişim kitaplarının, dinlerin, psikolojinin, parlak afişleri yol kenarlarında gözümüzü alan reklamların, bankaların ve her ay cebimize giren paranın bize vaat ettiği o bir türlü tam olarak sahip olamadığımız müphem şey, yani mutluluk nedir? Ünlü “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesini herkesin bilmesine rağmen geri kalanından çoğu kişinin maalesef haberinin olmadığı fakat dünya edebiyatındaki en güzel şiirlerden biri olarak pekâlâ sayılabilecek “Saman Sarısı” şiirinde şairimiz Nazım Hikmet bu sorunun cevabını hürriyet olarak verir.  Hürriyet yani özgürlük her şeyden önce bir hafiflik duygusudur, şairimizin bahsettiği devrim sonrası diktatör Batista zulmünden kurtulmuş Kübalıların hissettiği de tam olarak budur. O yüzden en mutlu olduğumuz anlar, yüklerimizden kurtulduğumuz veya daha çok olduğu şekliyle tatlı bir yanılsama sayesinde onları taşıdığımızı unuttuğumuz anlardır hep. Bu yanılsama bazen bizi içinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerin zincirinden geçici de olsa kurtaran bir gezi şeklini alabileceği gibi bazen de bütün dikkatimizi üzerinde toplamayı başaran bir satranç tahtası biçimine girebilir.

Bugün baktığım zaman belki de şu ana kadarki hayatımın en mutlu dönemlerimden biri olan on sekiz günlük Zagreb seyahatimde hissettiğim o eşsiz hafiflik duygusunu bu iki güzel yanılsamanın, yani gezi ve satrancın, bileşke etkisine borçlu olduğumu açıkça görüyorum. Sevemediğim bir şehir ve okuldan tam da bu gezi öncesi kurtulmuş olmanın da katkısı büyük elbette. Adeta dans edercesine yürüdüğüm şirin sokaklar, sabahları ufak kahvelerde tek başıma yudumladığım espresso  -yahut daha iyisi sade bir Türk kahvesi- gibi bohem zevkler, ufak bir kasaba olan Krizevci’deki yerel ska festivali ve sonrasında sabaha karşı Zagreb trenini beklediğim istasyonun dışarıdaki buz gibi havayla tam bir tezat halindeki sıcaklığında uyuyakalışım… Hatırladıkça beni bugün bile gülümseten daha birçok şey. Kısacası bu dünyada ne kadar mümkünse o kadar bir özgürlük hissi.

O hissiyatın paylaşıldığı harikulade insanlar da var tabii. Zevkle döşenmiş evinde sabaha kadar Hendrix ve Majke dinlediğimiz ve konuştuğumuz Petra, evlerinde beni ağırladıkları süre boyunca turnuvadan sonra her akşam bir İtalyan/Hırvat iskambil oyunu olan treseta masasına beni oturtan enerjileri bitmek tükenmek bilmeyen üniversite öğrencileri Maja, Hrvoje ve Melani, kasabasına beni davet ederek ufak bir Hırvat kasabası atmosferini yaşamamı sağlayan Germanistik öğrencisi Simona ve daha niceleri… Bir de bu yazıya ilham veren, bir arkadaşımın ricası üzerine Hırvatistan ekonomisi hakkında bilgi toplamam gerektiği için internette yazdığım çağrıyı yanıtlayarak bir kahvede konuştuğumuz müzik eleştirmeni Mirna. Daha sonra İstanbul’u da ziyaret eden Mirna, tüm çabalarımıza rağmen hâlâ dünyanın en güzel manzaralarından biri olma özelliğini kaybetmemiş Boğaz manzarasına karşı oturduğumuz bir terasta çay içerken bir satranç dergisine yazı yazdığımı öğrenince “Mutlaka izlemelisin.” diyerek bir Yugoslav filmi tavsiye etmişti: Zvonimir Berkovic’in yönettiği ve modernist Yugoslav sinemasının klasiklerinden biri olan 1966 yapımı “Rondo”. Bir peçeteye adını yazdığım filmi bir süre araştırdıktan sonra nihayet bulup izlediğimde Mirna’nın tavsiyesinde yanılmadığını anladım. Yeni Dalga sinemasının etkisinde çekilmiş bu harika film Godard’ı aratmayacak bir sinema zevki sunuyor ve bu açıdan bakıldığında en azından satrancın önemli bir rol oynadığı filmler arasında en iyisi olarak nitelendirilmeyi kesinlikle hak ediyor.


Rondo aslında bilindik bir aşk üçgeni teması üzerine kurulu. Her Pazar satranç oynamak için sözleşen iki adam ve bir kadının satranç tahtası üzerinden şekillenen aşk hikâyesi. Bekâr bir yargıç olan Mladen, heykeltıraş Fedja’yla Pazar günleri satranç tahtası üzerinde mücadele ederken aynı zamanda Fedja’nın sevgilisi Neda’yla aralarında bir aşk gelişmeye başlar. Rahat ve ilgisiz Fedja’ya taban tabana zıt bir kişiliğe sahip olan ciddi ve düşünceli Mladen Neda’yı giderek daha fazla etkiler. Bu aşkın gelişimini satranç taşları ve tahtasıyla sembolik şekilde anlatabilmeyi başarabilmesi ise yönetmen Berkovic’in ustalığını ortaya koyuyor. Kendi hislerini engelleyemeyen Neda, buna var gücüyle karşı koymaya çalışsa da –ki bu Fedja’nın Mladen’i yenmesini istemesi ve partiyi kaybedince hırsından ağlamasıyla sembolize ediliyor- bunu başaramayacak ve sonunda Mladen’e teslim olacaktır.

Filmden bir sahne

“Rondo” adını film Mozart’ın piyano için bestelediği eseri K.511 La Minör Rondo’dan alıyor. Bir müzikal form olarak rondo aynı temanın ufak varyasyonlarla yinelenmesinden oluşur, tıpkı filmde Fedja’nın Mladen’e izah ettiği gibi hem yinelenen hem de hiçbir zaman aynı olmayan. Mozart’ın bu zarif rondosunun melodisi gerek Fedja’nın ıslığından, gerek Neda’nın ve sonrasında Fedja’nın çaldığı piyanodan gerekse de Mladen’in hediye olarak aldığı plaktan filmde defalarca duyulur. Bakıldığında her Pazar yinelenen fakat yavaş yavaş gelişen gerilimle birbirine benzemeyen satranç partileri de tıpkı aynı temanın yinelendiği bir rondoya benzer. Sonunun da tıpkı filmin başına benzemesi –fakat aradan geçen olaylar yüzünden yine de farklı olması- yine bu rondo biçimine atıf yapan bir başka unsur elbette ve yönetmen Berkovic’in ince biçimsel kaygısını gösteriyor. Son olarak ufak bir tavsiye de Mozart’ın bu rondosunu merak eden ve dinlemek isteyenler için. Bu eserin kanımca en iyi yorumu Avusturyalı piyanist Artur Schnabel’a ait. Schnabel’ın 1946’daki kaydı eserin adeta bir Chopin bestesi kadar kırılgan zarafetinin hakkını tam olarak veriyor. Sırf bu muhteşem rondoyu dinlemek için bile izlenebilir aslında bu film.

1960’lardaki Zagreb’ten kısaca görüntüler de sunan filmde dikkatli gözler kentin bugün de ana meydanı olan Ban Jelacic Meydanı’nı ve onun üzerinde yer alan ünlü Hotel Dubrovnik’i fark edecektir. Şehrin en eski otellerinden olan bu otel aynı zamanda son derece iyi düzenlenmiş bir turnuva olan 2013 Zagreb Açık’a da ev sahipliği yapan mekândı ve tıpkı turnuva gibi düzenlendiği otel ile otelin meydana bakan büyük pencereleriyle güzel ve bir o kadar da eski kahvehanesini de adeta sevgiyle hatırlıyorum. Turnuvaya gelirsek, turnuvayı gezi için adeta bir bahane olarak kullandığımı ve turlara hiç hazırlık yapmadan çıktığımı biraz utanç verici de olsa itiraf etmem gerekiyor. Elbette benim gibi amatörler için bu önemsiz olabilir ama profesyonel bir oyuncu olmak veya oyun kuvvetinizi ilerletmek için her partiye ciddiyetle hazırlanmak şart. Nitekim bunu en iyi gösteren örnek Hırvat büyükusta Hrvoje Stevic ile oynadığım partide kendisinden 300(!) puan düşük olmama karşın Stevic’in hazırlık yaptığını, en azından oyunlarıma baktığını fark etmem. Stevic’in güzel kazancını yazının sonunda analizli olarak bulabilirsiniz. Onun dışında çok da parlak sayılmayacak oyunuma ve hatta üç gecelik uykusuzluktan sonra bir oyun esnasında beş dakika gözlerimin kapanması gibi ciddiyetten uzak durumlara karşın yine de reyting puanı kazanmış olmam Türkiye’de satrancı ciddiye alan sporcuların kesinlikle yurtdışında oynamaları gerektiğini gösteren bir olgu. 
 
Her Pazar satranç oynayarak mutlu olan Mladen ve Fedja gibi sizin de satrançtan keyif almanızı ve bir tahta ile otuz iki taşın yarattığı bu muhteşem yanılsamanın yeni yılda size bol bol mutluluk getirmesini dileyerek yazıyı, en büyük mutluluklarımız ve mutsuzluklarımızda rol oynayan aşka dair filmden ufak bir alıntıyla bitirelim:


“Mladen, sen haklıydın. Aşk, tıpkı bir satranç partisine benziyor. Bir aptal bile ilk hamleyi yapabilir ama devamı hiç kolay değil.”

Not: Bu yazı Mavikale’nin Aralık 2014 tarihli 22. sayısında yayınlanmıştır.

Son olarak filmi Youtube’ta İngilizce altyazılı olarak izlemeniz mümkün:


Ve gezimin “soundtrack”i kült Hırvat rock grubu Majke. Belki çok özgün bir grup denilemez ama 90’ların en önemli gruplarından kalite anlamında hiçbir eksikleri yok:

Grup kadrosu değişse de karizmatik solistleri Goran Bare önderliğinde halen yoluna devam etmekte: