Tarrasch’ın Gözünden Lasker – Tarrasch 1908: Maç Öncesi (II)

1905 sonbaharında yükselişte olan yeni Amerikan dehası Marshall karşısında bir maç kazandım ve ödül töreninde Lasker ve benim aramda bir maçın oynanmasında büyük etkisi olan bir konuşma yaptım. O zaman şöyle demiştim: “Bu en yeni ve en büyük başarımın ardından satranç dünyasında herhangi bir kimseyi benim üzerimde görmeme bir sebep yok. Genç Marshall’ı yenmek, yaşlı Steinitz’i yenmekten şüphesiz daha zordu. Lasker ile uygun şartlarda bir maç oynamaya hazırım ancak bunu ondan talep etmeyeceğim, talep daha az başarı ve şöhrete sahip taraftan gelmeli. Benim yirmi yıldan beri elde ettiğim başarılarım kendisininkilere en az eşit seviyededir ve iki sene önce kendisinden talepte bulunmam benim adıma geleneklere aykırı bir davranış, bir hataydı. Bu maçın gerçekleşmesi, eğer kamuoyunu ilgilendiriyorsa, satranç dünyasının sorumluluğundadır; satranç dünyası yani onun kendisini görevli addeden Almanya ve Amerika’daki temsilcileri, Alman Satranç Birliği ve Amerikan kulüpleri, uygun şartlar belirleyerek bizi bir araya getirmek hatta gerekirse bizi bir çarpışma için zorlamak istiyorlar. Neler yapabileceğimizi gördünüz, eğer siz isterseniz bir Lasker-Tarrasch maçı olacaktır.”

Marshall – Tarrasch 1905, maçtan bir sahne
Kaynak:  American Chess Bulletin (https://www.chesshistory.com/winter/pics/cn10660_marshalltarrasch6.jpg)

O zamanlar bu öneri için elverişli bir ortam var gibi görünüyordu. Coburg’dan Profesör Gebhardt, Alman Satranç Birliği’nin saygıdeğer başkanı, 24 Kasım 1905’te Amerikan satranç kulüplerinin en önemlisi olan New York’taki Manhattan Satranç Kulübü’ne bir Lasker-Tarrasch maçı ile ilgili görüşmek amacıyla bir mektup yazdı. Beş ay umarsızca bir cevap bekledikten sonra Gebhardt, 20 Nisan 1906’da Lasker’e dönerek kendisinden şartlarını belirtmesini istedi; ancak maçın benim işlerim ve ailem dolayısıyla Amerika’ya gelemeyecek olmam nedeniyle Almanya’da oynanması gerektiğini tahmin ettiğini belirtti. Bunun üzerine Lasker hemen cevap vererek benimle oynamaya hazır olduğunu ancak maçın Amerika’da oynanması gerektiğini zira sadece orada gerekli paranın bulunduğunu belirtti. Lasker o zamanlar Maroczy ile bir maç hazırlığı yaptığı için, Alman Satranç Birliği ile arasındaki görüşmeler kısa bir zaman sonra sona erdi ve aramızdaki maç yine –ad Kalendas Graecas– çıkmaz ayın son çarşambasına kalmış gibi görünüyordu. Bu arada tüm satranç dünyasının bizim aramızdaki rekabetin bir karara bağlanmasına yönelik ilgisi daha da yoğun bir hal almıştı ve bu ilgi Lasker 1907 baharında Marshall’a karşı tıpkı benim gibi parlak bir zafer kazanınca ve aynı yaz ben Ostende Şampiyonlar Turnuvası’nda birinci sırayı elde edince en yüksek seviyeye ulaştı. Böylece resmen dünya şampiyonluğu için Lasker’e denk bir rakip olarak tanınır oldum ve artık ikimizin arasında bir maç oynanması gerektiğine dair herhangi bir şüphe kalmadı, bu maç satranç dünyasının isteği ve başlıca meselesi haline gelmişti.

Alman Satranç Birliği yönetim kurulu üyeleri. Başkan Dr. Rudolf Gebhardt (1859-1929) ortada oturuyor.

Görüşmelerin yeniden başlaması için elverişli bir olanak, Lasker’in dışarıda geçirdiği dört yılın ardından Eski Dünya’yı tekrar ziyaret ettiği Şubat 1908’de ortaya çıktı. O zaman Berliner Lokalanzeiger’de şöyle yazmıştım:

“Dr. E. Lasker kısa bir süreden beri İngiltere’de bulunmaktadır ve bir Orta Avrupa turnesi yapmayı düşünmektedir. Şimdi uzun zamandır beklenen Lasker – Tarrasch Maçı’nı nihayet hayata geçirmenin tam vaktidir. Eğer satranç dünyası bu maça dair daha önce dört bir taraftan belirtildiği gibi bir ilgiye sahipse gerekli parayı sağlayarak bu maçın gerçekleşmesini sağlamalıdır. Benim şartlarım şunlardı: galip için hatırı sayılır bir ödül, 4000 Mark civarı, mağlup için yine kabul edilebilir bir teselli ödülü, 2000 Mark civarı. Zaman: Bu yılın yaz ayının ortası. Yer: Almanya’nın herhangi bir kenti, benim yüzümden Nürnberg harici bir yer olmalı ancak bu Berlin de olmamalı, buna karşın belki Alman Satranç Birliği’nin bu seneki yeri Düsseldorf olabilir. Alman Satranç Birliği’nin üst yönetimi halihazırda uzun zamandır buna benzer bir planı düşünmektedir. Tek şartım, fakat önemli bir şart, maçın tek bir şehirde oynanıp bitirilmesi ve önceki Lasker – Marshall Maçı gibi durmadan şehir şehir gezilmemesiydi çünkü böyle gereksiz yere harcayacak bir zamanım yok. Dört veya en fazla altı hafta her maç gibi bu maç için de tamamen yeterli olmalı. Alman Satranç Birliği’nin halihazırdaki başkanı Coburg’tan Bay Profesör Gebhardt bu maçın gerçekleşmesiyle birlikte Almanya’da satranç kültürünün yükseltilmesine dair birçok büyük hizmetini adeta taçlandırmış olacaktır.”

1905 basımı 100 Mark. Görüşmelerin en önemli konusu elbette ortaya konulacak ödül miktarıydı

Ancak bu öneri Ren Bölgesi satranç çevrelerinde kendine filizlenecek verimli bir toprak bulamadı. Buna karşın benim daha önce hiç düşünmediğim -utancımı burada itiraf etmeliyim- başka bir şehir sazı eline aldı. Bavyera Satranç Birliği Başkanı Nürnberg’ten Bay Schenzel ile birlikte, meseleyi yeniden harekete geçiren ve Bavyera’nın başkent belediyesinin bu girişim için alakadar olmasını sağlayan Münihli satranç dostları oldu ve böylece Münih şehri Lasker ve beni surları içerisinde maç yapmaya ve satrançta dünya şampiyonluğu unvanı için çarpışmaya davet etti.

Tarih 15 Mart’ı gösteriyordu, bir Pazar günüydü. Birçok dostumla beraber bir öğleden sonra kahvesi içiyordum ve önümüzdeki turnuvalardan birine katılıp katılmamam gerektiği sorusuna dair konuşuyordum. Uzun mülahazalardan sonra Lasker ile olan maç adeta bağnazca bir istekten öteye geçmeyecek gibi göründüğü ve yıl içerisinde en azından bir defa satrançla meşgul olmak istediğim için bu soruyu katılmak yönünde cevaplamaya karar vermiştim. Tam o esnada telefon çaldı ve Bay Schenzel beni mutlu eden sürprizi paylaşarak Münih şehrindeki dostlarının Lasker ve beni maç için Münih’e davet ettiklerini ve bunun için bir ödül sağlayacaklarını söyledi. Bu tabii ki daha önce üzerinde anlaşılan bütün planları rafa kaldırdı. Birkaç gün sonra sevinçle aşağıdaki onur verici yazılı davetiyeyi aldım:

“Pek saygıdeğer Bay Dr. Tarrasch!

Bavyera Satranç Birliği’nce eğer mümkünse satranç ustası Dr. Lasker ile sizin aranızda oynanması yıllardır beklenen maçı Münih 1908 Fuarı vesilesiyle burada oynamanıza dair bir istek dile getirilmiştir.

Bu fuar şehrin zaten Alman Alplerinin önündeki konumu ve sanat hazinelerince zenginliği nedeniyle oldukça gelişmiş yabancı trafiğini daha da artıracak ve öngörüldüğü üzere hatırı sayılır derecede İngiliz ve Amerikalıyı buraya çekecek, dolayısıyla tam da bu yıl Münih herkesçe merakla beklenen maça ev sahipliği yapmak için en uygun yer. Maçınızın önemine yakışır şekilde Münih şehrindeki dostlarımız eğer maç şehrimizde gerçekleşirse kazanana 1000 Mark değerinde sanatkarane bir onur ödülü ithaf etmek istiyorlar.

Eğer Bay Dr. Lasker ile maçı Münih’te oynama hususunda anlaşırsanız ve bize sizi en derin saygılarımızla buraya davet etmek için müsaade ederseniz bunu bir onur olarak addedeceğiz.

En derin hürmetlerimizle!”

I. Başkan Dr. von Borscht, I. Belediye Başkanı Münih 24 Mart 1908

1908 Münih Fuarı posteri

Maçın organizasyonu için Münih’te bir komite kurulurken sözcüsü Bay Schenzel o sıralarda (Nisan) Londra’da bulunan Lasker ile görüşmeleri enerjik bir şekilde ivedilikle eline aldı. Schenzel, Lasker’e Berliner Lokalanzeiger’de belirttiğim şartlarımı sundu ve kendisinin önerilerini rica etti. Lasker şartlarının şunlar olduğunu açıkladı:

“Ya toplam ödül olarak 8000 Mark için oynanır ya da kazanan için en az 4000 Mark ödül konur; yer seçme hakkı bana aittir ve ben de nerede daha iyi teklif yapılırsa orada oynarım.”

Benim şartlarım da göz önüne alındığında maç tamamen olanaksız gibiydi. Buna karşın Lasker 4000 Mark ödül için benimle altı parti oynamaya hazır olduğunu belirtti. Bay Schenzel, kendi şartları ile benim şartlarım arasında finansal olarak fark bulunmadığına Lasker’in dikkatini çekip bir kez daha ayrıntılı önerilerde bulunmasını rica ettiğinde, Lasker diğer şehirlerden de maçın bir bölümünün kendilerinde oynanması karşılığında para elde edilebileceğine ve bu miktarın toplam 25000-30000 Mark tutarına ulaşabileceğine inandığını belirterek cevap verdi. Münih şehrinin davetinin kendisini onurlandırdığını ancak meseleyi pratik olarak değerlendirmek ve benim teklifimi kesin olarak geri çevirmek zorunda olduğunu söyledi. Böylece Bavyera Satranç Birliği’nin çabaları sonuçsuz kaldı.

Önceki Sonraki

Tarrasch’ın Gözünden Lasker – Tarrasch 1908: Maç Öncesi (I)

Dr. Emanuel Lasker ve benim aramda oynanacak bir maç fikri, Lasker’in elde ettiği ilk başarılardan hemen sonra ortaya çıkmıştı. 1892 Dresden Turnuvası’nın bitişinden hemen sonra, bu turnuvanın kısa zaman öncesinde İngiltere’de oynanan turnuva ve maçlarda parlak zaferler elde eden Lasker’den bir maç teklifi aldım. Lasker turnuvaya katılıp Dresden’de beni yenme fırsatını bilmediğim sebeplerden ötürü kullanmadığından teklifini, kendisiyle uluslararası bir turnuvada birincilik elde etmesinin ardından oynamaya hazır olduğum şeklinde cevapladım. Bunu takip eden zamanda Lasker Steinitz’i yenerek dünya şampiyonu unvanını elde etti ve çeşitli uluslararası turnuvalar kazandı. Ancak ilginç bir şekilde kazandığı turnuvalardan bir tanesi hariç -Nürnberg 1896- hepsi de benim katılmadığım turnuvalardı. Böylece ikimiz arasında yıllar geçtikçe bir maçla sonuca bağlanma zorunluluğu giderek artan bir rekabet oluştu.

Nürnberg 1896 toplu fotoğraf
Ayakta: Lasker, Charousek, Schlechter, organizasyondan iki görevli, Janowski, Maróczy, Marco, Showalter, yine organizasyondan üç kişi.
Oturanlar: Albin, Porges, Chigorin, Tarrasch, Winawer, Steinitz, Blackburne, Schallopp, Schiffers, Pillsbury, Walbrodt, Teichmann

Uzun bir aranın ardından 1903’te Monte Carlo Turnuvası’nda birincilik ödülünü elde ettiğimde aramızda oynanacak maç meselesi ivedilik kazandı. Dünya şampiyonuyla karşılıklı kılıçları çekmeyi hararetle istiyordum ve onu aynı yılın Ekim ayında maçı konuşmak için Nürnberg’e davet ettim. Kısa görüşmelerin ardından şöyle bir anlaşma meydana geldi:

İmzalayan taraflar aşağıdaki şartlarda bir maç oynamak için sözleştiler:

1. Maç dünya şampiyonluğu unvanı için olacak ve her iki taraf da 8000 Mark ortaya koyacak.

2. 8 oyun kazanan maçı kazanmış olacak, beraberlikler sayılmayacak. Kazanan taraf dünya şampiyonluğu unvanının ve 16.000 Mark’lık ödülün sahibi olacak.

3. Maç Eylül veya Ekim 1904’te başlayacak. Başlangıç tarihinin belirlenmesi başlangıç tarihinden en az altı hafta önce Dr. Tarrasch’ı kesin tarih hakkında bilgilendirmek kaydıyla Dr. Lasker’in sorumluluğunda olacak.

4. Maç hakkındaki ilginin bir ulusla sınırlı olmadığı varsayılarak ve birden çok yerde oynamanın satranç oyununa dair genel alakaya daha iyi hizmet edeceği düşünülerek taraflar maçın bir yer veya ülkeyle sınırlandırılmaması konusunda uzlaştılar.

5. Maçın oynanacağı yer konusunda kulüplerin veya satrançseverlerin oluşturduğu organizasyonların davetleri esas alınacak. Dr. Tarrasch, bu konuda her iki taraf adına görüşmeler yapması için Dr. Lasker’i tam yetkiyle görevlendirir.

6. Her 14 hamle için bir saat süre olacak ve günde 6,5 saatten fazla oynanmayacak.

7. Birbirini takip eden iki gün içerisinde birden fazla parti sonuçlanmayacak.

8. Her iki rakip de devam eden bir partiyi tahta başında veya başka bir şekilde taşları hareket ettirerek analiz etmemeye ve yabancıların tavsiyelerini geri çevirmeye söz verir.

9. “Lasker – Tarrasch Dünya Şampiyonluğu Maçı” adlı bir kitap Almanca ve İngilizce olarak yayınlanacaktır. Maçtaki bütün havadisler ve her iki tarafın da yorumlarıyla partiler bu kitapta bulunacaktır. Bu yorumları her parti sonunda taraflar birbirlerinden habersiz bir şekilde yazacaklardır. Kitap maç esnasında basılmalı ve maç sonunda yayınlanmalıdır. Sadece abonelere özel lüks bir edisyon olarak bu kitap 20 Mark veya 1 sterlin / 5 dolar fiyat karşılığı satılacaktır ve elde edilecek gelir maçla ilgili maliyetleri karşılamak adına her iki tarafa eşit olarak paylaştırılacaktır.

10. Yukarıda bahsedilen kitabın maçın tamamlanmasından sonraki iki sene içerisinde yeni bir baskısı yapılmayacaktır ve kitabın sonraki baskılarının telif hakkı maçı kazanan tarafa ait olacaktır.

11. Anlaşmazlıklar halinde daha sonra tayin edilecek tarafsız bir kişi karar verici olacaktır.

Nürnberg, 16 Ekim 1903                                             Dr. E. Lasker     Dr. S. Tarrasch

Emanuel Lasker ve ağabeyi Berthold

Böylece her şey en güzel şekilde düzenlenmişti ve maç bu sözleşmeyle garanti altına alınmış gibi görünüyordu ki daha yüce bir kuvvet engelleyici olarak ortaya çıktı. Bir sonraki senenin Ocak ayında buz üstünde uzun bir süre beni mücadele etmekten alıkoyacak bir kaza geçirdim ve bu yüzden Mart ayında Berlin’e giderek Lasker’den maçı bir sonraki seneye ertelemek için ricada bulundum. Lasker bunu kabul etmeyerek maçın uzlaşılan zamanda oynanmaması halinde sözleşmenin de geçersiz olacağını ve sonrasında kendisinden yeni bir maç talebinde bulunmam gerektiğini belirtti. Böylece bu deneme sonuçsuz kalmış oldu.

Devamı



Der Schachwettkampf Lasker-Tarrasch um die Weltmeisterschaft im August-September 1908

Karl Schlechter

Viyanalı büyük satranç ustasının anısına

2 Mart 1874 – 27 Aralık 1918

Ernst Grünfeld

1890’lı yıllarda, yani Tuna monarşisinin en parlak olduğu ve ekonomik rahatlığın sanatlara da yansıdığı zamanlarda, Prater’deki “Zum Goldenen Kreuz” lokantasında Ertel, Großbach, Hamlisch Kardeşler, postane müdürü Mitrofanovicz ve profesörler Thirring ve Zinkl’ın çevresinde her şeyden önce Viyana müziğine büyük bir dostluk besliyor gibi görünen ve bu yüzden masanın kadınlardan müteşekkil Messerschmied-Grüner topluluğunun çaldığı müziğin yakınında yer almasını sağlayan genç bir adamı da gözlemlemek mümkündü.

“Zum goldenen Kreuz” lokantasından eski bir kartpostal
Kaynak: https://oldthing.de/AK-Wien-Cafe-Restaurant-zum-goldenen-Kreuz-v-A-Kadrman-Wiener-Prater-92-Innenansicht-Portraets-0025062755

Bu arkadaş çevresinde katiyen insanın neşesini kaçıran bir tip bulunmamaktaydı. Aksine her şey çok rahat ve huzurluydu, Viyana ezgilerine ve hoş kadın müzisyenlere doyulduğunda bu yüksek moral ve neşe o zamanlar Neue Wiener Schachklub’a -Yeni Viyana Satranç Kulübü- ev sahipliği yapan Café Kugel’a taşınırdı ve biriken fazla enerji satranç teorisi incelemelerine, körleme partilere ve diğer satrançla alakalı işlere harcanırdı. Böyle durumlarda, basit ve sade bir ad olan Karl Schlechter ismine sahip soluk benizli genç adamın ne kadar keskin ve iyi bir satranççı olduğu kendini gösterirdi, nitekim fazla geçmeden kendisine iş hayatını bırakması ve kendini tamamen satranca adaması öğütlendi ve böyle de oldu. Hem de ne başarıyla, elbette bunu burada açıklamaya gerek yok, kim Schlechter’in daha önce görülmemiş ölçüdeki yükselişini ve parlak başarılarını bilmez ki? Kısa zamanda Viyana okulunun en harika temsilcisi haline geldi, iyi bir konumsal anlayışı kapsamlı bir teorik eğitimle birleştirdi ve durdurulamaz bir zirve yürüyüşünün ardından satranç sanatının doruğuna erişti.

İlk defa 1843’te Bilguer ve von der Lasa tarafından yayınlanan Handbuch des Schachspiels’in (Satranç Elkitabı) son edisyonu Carl Schlechter’in elinden çıkmıştı.
Halen tüm satranç literatürü içerisinde hem oyunun tarihini hem de açılış ve oyunsonu teorisini kapsayan böyle ansiklopedik bir eser bulmak zor.

Teorik alanda en büyük katkısı 1915 senesinde satranççılar için bir başucu eseri olan Bilguer’in Elkitabı’nı yeniden düzenlemesiydi, pratikte ise keskin zekasının bir kanıtı olarak 1910’da Dr. Emanuel Lasker’e karşı oynadığı şampiyonluk maçı en önemli başarısıydı. Bu maçta Schlechter, kendisinden önce kimsenin yapamadığını yaptı ve Dr. Lasker’e, tüm zamanların en başarılı turnuva ve maç oyuncusuna, karşı koymayı başararak savaş alanından mağlup olmadan ayrıldı. “Schlechter problemi nasıl çözülmeli?”, maç esnasında dünya şampiyonu böyle soruyordu ve şampiyon problemi çözmeyi başaramadı. Diğer zamanlarda yaptıklarından bahsetmeye gerek yok, tüm kariyeri aralıksız bir başarı silsilesiydi.

Carl Schlechter (1874-1918)

Maalesef Grünfeld’in yakındığı konu bugün de aynı durumda. Üstelik üstadın Budapeşte’deki kapatılan Rákoskeresztúr mezarlığındaki mezarının veya naaşının akıbeti bile belli değil.

Maalesef, büyük ruhlarda her zaman olduğu gibi, Schlechter’in hayatının üzerine de derin bir trajedinin gölgesi düştü. Kendisinin ve başardıklarının anavatanı için derin önemine karşın büyük bir yoksulluk içinde öldü ve halen Budapeşte’de yatıyor.

Memleketi Viyana’ya her zaman sadık kalan ve onun büyük evlatlarından biri olan Schlechter’e kendi yurdu aynı sadakati gösteremedi. Yabancı bir toprakta gömülü ve Viyana’nın Schlechter için nihayet kendi memleketinde bir mezar hazırlanması yönündeki onursal sorumluluğunun yerine getirilmesi için ısrarcı olacak birini bulmak da zor.

Aşağıda üstadın henüz bilinmeyen ve bize evrensel oyun tarzını iyi bir şekilde gösteren bir partisini bulabilirsiniz.

Wiener Schachzeitung, 1931

Notlar

Tuna monarşisi: Elbette Tuna kıyısındaki Viyana ve Budapeşte’yi birleştiren Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kastediliyor.

Prater: Viyana’da ünlü bir park ve bugün de halen hem içindeki lunapark hem de etrafındaki mekanlarla bir eğlence merkezi.

Karl Schlechter: Esasında ismi Carl olarak yazılmasına karşın Grünfeld yeni tarz bir yazımı tercih ediyor, ben de metne sadık kaldım. Okunuşunda elbette hiçbir farklılık yok.

Sistemimin Dahiyane Bir Örneği

Aaron Nimzowitsch

Nasıl Anderssen ile fedalı, Morphy ve Grünfeld ile saf atağa dayanan, Steinitz ile konumsal, Tarrasch ile bilimsel, Dr. Lasker ile orijinal, Capablanca ile mekanik ve Alekhine ile güneş kadar parlak bir stil başladıysa ilk defa benim tarafımdan uygulamaya sokulan ve daha sonra tam olarak anlaşılmadan tüm satranç dünyasınca tutkulu bir şekilde taklit edilen dehanın ve modernizmin de şahsi buluşlarım olduğu herkesçe kabul gören bir gerçektir. Berlin’de B. Kagan tarafından yayınlanan anıtsal eserim “Benim Sistemim”de isteyen okuyucu bunların hepsini 10 Mark gibi cüzi bir fiyata tasdik edilmiş olarak bulabilir.

Eskiden satranç nasıl da incelikten yoksun ve sıradan olarak oynanıyordu! Her biri düşük seviyede, çift amaçlı olmayan tehditlerle bağıntılı birkaç iğrenç ve kaba açılış hamlesi, fikirden yoksun, alelade bir feda, hayvani bir vahşiliğe sahip basit bir mat-Benim parlak zamanlarımdan önce aşağı yukarı bir satranç partisinin seyri böyleydi.

Sonra ben doğdum ve satranç dünyası tüm dikkatini bana verdi. Tek bir darbeyle materyalin hegemonyası bitti ve fikrin (Geist: hem fikir hem ruh anlamına geliyor-ç.n.) çağı başladı. Bir zamanlar bir eşkıya, korsan veya kasap çırağından daha fazlası olmayan satranç taşları benim yaratıcı idarem altında duyarlı sanatçılara, ölçülemez bir düşünce derinliğinin en incelikli araçlarına dönüştüler.

Fakat bu kadar kelimeye ne gerek var? Gel meraklı okuyucum ve aşağıdaki partinin sarhoş eden yüksekliklerine doğru beni takip et.

En iyi partilerimden biri! Bu partiyle ayrıca gurur duyuyorum zira Bay Sistemsson İskandinavya’nın en kuvvetli oyuncularından biri.

Etrafta toplanan oyuncular ve seyirciler ile rakibim üzerinde bu parti muazzam bir etki yapmıştı. O günden beri Danimarka’da bu parti “Ölümsüz Yoğun Koruma Partisi” olarak anılıyor.

Wiener Schachzeitung 1928

Not: Hans Kmoch tarafından Nimzowitsch’in ağzından yazılmış bu mizahi yazı, o yıllarda Wiener Schachzeitung’ta sıkça rastlanan bu tarz “güldürü” yazılarının en başarılı ve ünlü örneği sayılabilir.

Bir Yugofilin İzlenimleri ve Paraćin 2012

“Yolculuk yapa yapa farklılıkların kaybolduğunu fark ediyor insan: her kent bütün öteki kentlere benziyor sonuçta, biçim,düzen ve uzaklıkları değiş tokuş ediyor aralarında yerler, ‘biçim’siz, ince bir toz bulutu kaplıyor kıtaları…”
Görünmez Kentler”, Italo Calvino

Bir şehirle kurduğumuz ilişki ne zaman iki yabancının mesafeli soğukluğundan dostça bir sıcaklığa evrilir? Bunun kesin bir yanıtı veya tarifi yok elbette ama en önemli göstergelerinden biri nereye gideceğinizi düşünmeden, bir haritaya ihtiyaç duymadan veya turistik olarak bir şeylere bakma ihtiyacı hissetmeden özgürce şehrin sokaklarını adımlayabilmek olmalı. Yürüme eyleminin zahmetsizce gerçekleştirilmesi: bir yerliyi turistten ayıran en önemli fark. Bu çaba sarf etmeden yürüme eylemi nihayetinde kentleri de birbirine benzetir, bir uyaran olmaktan çıkan kentler sadece yürüyüşümüze bir arka plan oluşturur hale gelirler ki burada farklılıklar artık önemsizdir.

Şu ana kadar yaşadığım kentler dışında bu zahmetsizce yürüme eylemini gerçekleştirebildiğim bir şehir varsa o da Belgrad -ve bir nebze Novi Sad- olmalı. İlk defa Ağustos 2011’de gittiğim Belgrad’a daha sonra en az yedi-sekiz defa gitme fırsatı buldum, daha doğrusu bir şekilde yarattım. Bu, şehrin çok güzel olmasından kaynaklanmıyor, eğer mimari estetik, kültürel canlılık vs. gibi unsurlar değerlendirilecekse şüphesiz çok daha etkileyici kentler mevcut. Beni Belgrad’a ve genel olarak Sırbistan ve eski Yugoslavya topraklarına çeken şey turistik öğelerden çok hem 2011’deki ilk gezimde hem de daha sonrasında sayısız örneğine şahit olduğum bir insani sıcaklık duygusu. Dünya üzerinde başka nerede tesadüfen Led Zeppelin çaldığı için girdiğiniz bir barda elinizde bir kitapla tek başınıza otururken beş dakika sonra kendinizi ellili yaşlarındaki bir trompetçi ve barmenle birlikte bira içerken bulabilirsiniz ki? Ertesi akşam barmenin doğum günü partisine davet edilmekten bahsetmiyorum bile. (Merak edenler ve yolu Novi Sad’a düşecek olanlar için reklamını da yapayım, Caffe Bar Foxtrot.Giderseniz Dule, Sandra ve Maşa’ya selam söyleyin!)

Foxtrot’tan bir görünüm. İsmini kurucusunun Genesis sevgisine borçlu.

Batı veya Orta Avrupa’da her gün aynı kahveye ve bara gitseniz bile yaşayamayacağınız bir deneyim, o yüzden öğrenciyken trenle yaptığım Batı-Orta Avrupa seyahatindense eski Yugoslavya ülkelerindeki gezilerimi gerçekten iz bırakan ve beni zenginleştiren tecrübeler olarak görüyorum.  Musée d’Orsay’da empresyonistlerin tablolarına bakmak, arka planda Eyfel Kulesi ile fotoğraf çektirmek sonuçta çabuk tüketilen aktivitelerdir, bir geziden aklımızda kalan ve bence esas değerli olan insanlarla olan etkileşimlerimizdir.

İlk gezimde beş gün Belgrad’ta kaldıktan sonra Novi Sad’a geçmiş ve orada da birkaç gün kaldıktan sonra otobüsle Polonyalı gezi arkadaşım ile tanışacağım Karadağ’a gitmiştim. Sonraki 15 gün boyunca otostopla Karadağ, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya ve Arnavutluk’u kapsayan ve spontane gelişen bir rota izledik ve tüm yol boyunca harika insanlarla tanıştık. Gitmeden bir Türk olarak dikkatli olmam gerektiği konusunda uyarıldığım Bosna-Hersek’e bağlı özerk Sırp Cumhuriyeti bölgesinde bile bir çiftçinin yolda yürürken bizi görüp evine davet ettiğini -önce bir kahve fakat ardından akşam yemeği ve geceyi geçirmek üzere- söylemek herhalde Yugoslav insanının sıcaklığı hakkında bir fikir verir. Buna benzer birçok anı ve elbette kurulan yeni arkadaşlıklarla geri döndüğüm geziden sonra neden Sırbistan ve diğer eski Yugoslavya ülkelerine tekrar tekrar gittiğim anlaşılabilir sanıyorum. Tabii bunun için ayrı bir bahane bulmak hiç de fena olmazdı ve nitekim imdadıma satranç turnuvaları yetişti!

Gezi boyunca kullandığımız eski Yugoslavya haritası. Yeni yollar elbette haritada görünmüyordu 🙂

Tito’nun Yugoslavyası Sovyetler Birliği’nden sonra dünya satrancının merkeziydi -zaten birçok şehrin ismine satranç turnuvalarından aşina olduğumu ilk gittiğim zaman fark etmiştim- ve bu miras büyük ölçüde kaybedildiyse de elbette tamamen yok olmuş değil. Nitekim bir gün FIDE turnuva takvimini kurcalarken Belgrad ve Niş arasındaki yaklaşık 25.000 nüfusluk bir kasaba olan Paraćin’de 2000 ELO üstü bir açık turnuva düzenlendiğini gördüm ve hemen kaydımı yaptırdım, tabii bu aynı zamanda büyük şehirler haricindeki farklı bir Sırbistan’ı keşfetmek için de iyi bir fırsattı. Kalacak yeri yurtdışına eğer yalnız çıkıyorsam hemen her zaman yaptığım gibi Couchsurfing sitesinden ayarladım, Paraćin’in yaklaşık 10 km uzağındaki bir başka kasaba olan Ćuprija’da (Ivo Andrić’in meşhur “Drina Köprüsü” romanını okuyanlar ćuprija -“çupriya” diye okunuyor- kelimesinin Türkçe “köprü”den geldiğini bilirler, buna benzer Sırpçada binden fazla Türkçe kökenli sözcük mevcut) harika bir konukseverlik anlayışına sahip bir aileye misafir oldum. Belki bir otel kadar rahat değildi ve evin şartları da çok iyi olmayabilirdi ama soğuk bir otel odasındansa bir aile ortamında kalmak, ev halkıyla çat pat Sırpça kelimelerle anlaşmak, beraber adını sanını duymadığım Türk dizileri izlemek kesinlikle farklı bir atmosfer yaratıyor ve fazla hazırlık yapma fırsatı bulunamasa da sağlıklı bir zihin yapısı ve ruh haline sahip olmak bence satranca da olumlu yansıyor.

Turnuva Paraćin’in o zamanlar tek büyük oteli olan Hotel Petrus’ta düzenleniyordu. Suat Atalık’ın bir numaralı seri başı olarak başladığı turnuvada Vovk, Pap, Gleizerov gibi yabancı büyükustaların yanı sıra Damljanović, Cvitan gibi Yugoslav efsanelerini görmek de mümkündü. Tabii o zamanlar henüz Sırbistan Türkiye’den bir satranççı akınına uğramamıştı, günümüzde olduğu gibi dokuz turun sekizinde Türkiye’den oyuncularla oynanmıyordu. Atalık dışında Türkiye’den katılan tek oyuncu bendim.

İlk tur iki numaralı seri başı Ukraynalı büyükusta Yuri Vovk (2584) ile eşleştim. Açılışta aslında her şey güzel gitmişti ama daha sonra oluşan konumu iyi değerlendiremedim ve kaybettim:

İyi bir konumu puana çevirememiş olmak moral bozucu ama neticede bir büyükustaya kaybetmek de normal bir sonuç, dolayısıyla bu mağlubiyetten fazla etkilenmedim. İkinci tur karşıma 2100’lük yerel bir oyuncu çıktı ve nispeten rahat bir şekilde kazanmayı başardım.  Tahtada Sveşnikov’a karşı Beyazın en iyimser rüyalarında bile göremeyeceği şu konumun oluştuğunu belirtmek yeterli olur:

Üçüncü turda rakibim daha önce bir İstanbul Satranç Festivali’nden hatırladığım Bulgar GM Petar Drenchev (2506) idi. İskoç’ta bilmediğim bir varyanta giren Drenchev, üstün bir oyunsonu elde etti ancak güzel bir tuzakla rakibimi kandırmayı başardım:

Sanırım Jan Hein Donner, böyle bir kazançtan büyük zevk alırdı! Kötü konumlarda tuzak kurmanın pratik satrancın önemli unsurlarından biri olduğunu unutmamak lazım. Açıkçası bir büyükustayı böyle bir tuzağa düşürebilmek bana da büyük bir zevk vermişti!

Turnuvada ertesi gün boş gündü ve daha önce Belgrad’ta evinde kaldığım Nevena, arabasıyla beni alarak memleketi Kruševac’ı gezdirdi. Lazarica Kilisesi ile meşhur Kruševac (Kruşevats gibi okunuyor), Sırp milliyetçiliği açısından da önemli bir şehir zira 1389’da Kosova Savaşı’nı kaybeden ve daha sonra aziz mertebesine yükseltilen Sırp Çarı Lazar’ın başkenti olma niteliği taşıyor. 1389’un Sırp milli kimliği açısından ne kadar önemli bir tarih olduğunu -Osmanlı İmparatorluğu altındaki aşağı yukarı 400 yıllık bir esaret döneminin başlangıcı- hemen hemen bütün şehirlerde sokakları dolduran duvar yazılarından da görebilirsiniz. Kısa bir şehir turunun ardından Nevena’nın ailesiyle birlikte yemek yiyip bir gece de kaldıktan sonra ertesi gün tekrar turnuvada oynamak üzere Paraćin’e geri döndüm.

Lazar’ın yaptırdığı Lazarica Kilisesi, harika mimarisiyle Kruševac’a yolunuz düşerse görülmesi gereken bir eser


Dördüncü turda genç IM Nikola Nestorovic (2436) karşısında şansım yine yaver gitti ve kayıp bir konumdan rakibimin dikkatsizliği sonucu bir puan çıkarmayı başardım:

Böylece beşinci tura 3/4 gibi iyi bir skorla girdim. Ancak rakibim kuvvetli bir Rus IM olan Sergey Matsenko (2460) idi ve siyah taşlarla açılıştan sorunsuz çıkmama karşın nasıl bir planla oynadığımı kestiremediğim oldukça yapay bir hamle yapmam avantajı rakibime vermeye yetti ve daha sonra bazı maceralara karşın Matsenko oyunu kazanmasını bildi:

Sonraki iki tur hemen hemen aynı senaryoya göre gelişti. Her iki oyunda da iyi oynayarak kazanç konumlar elde etmeyi başardım fakat yine her ikisinde de zeitnotta yaptığım hatalarla yarım puanı hediye ettim, gerçi Zlatanović’e karşı kaybetmediğim için de şanslıydım:

4 puanla çıktığım sekizinci turda rakibim FM Ivan Martić’e (2402) karşı Velimirović gibi oynamak isterken aslında doğru olmayan bir taş fedası yapmama karşın rakibim panikleyince taş karşılığı yeterli kompanzasyon elde etmiş oldum ve sonrasındaki oyunun sanırım bir iki yerdeki küçük hatalara karşın güzel bir hücum partisi olduğunu söyleyebilirim:

Sekizinci turun bitiminden sonra organizatör Saša Jevtić’in (Saşa Yevtiç) yanına gittim. Saša, “Biliyorum niye geldiğini” dedi ve ardından hemen FIDE Elkitabı’nı açtı. Son tur eşleşmesinden bağımsız olarak (5/8 ile zaten 2400 üstü bir rakip geleceği kesindi) IM normunu garantilemiştim, GM normu içinse şansım yoktu. Gayet rahat ve sevinçli bir şekilde gurmanska pljeskavicamı yemeye gittim (Pljeskavica: Bir çeşit Sırp hamburgeri) ve ardından Ćuprija’nın yolunu tuttum.

Pljeskavica ve Sırbistan’ın “Efes Pilsen”i Jelen

Biraseverlere tavsiyem Niksicko (dark), Zajecarsko ve bulabilirseniz Zagreb’te Velebitsko

Ev sahibim Dalibor, kardeşi ve kız arkadaşı Sandra ile birlikte akşam Dalibor’un çalıştığı “gece kulübü”ne gidecektik. Gece kulübü derken kafanızda Moulin Rouge filan canlanmasın, şehirler arası yol kenarında bahçesinde oto yıkamanın da yapıldığı genişçe bir salona sahip bir bar düşünün. (Aynı yerde Latin dansları gecelerinin de düzenlenmesi benzer ölçekte Türkiye’deki kasabaları düşündüğümüzde aslında yoksulluğuna karşın Sırbistan’ın bazı konularda ne kadar ilerimizde olduğunu gösteriyor. Her Sırbistan dönüşü daha havaalanından eve giderken bile Türkiye’de kamusal alanda ne kadar az kadın olduğunun farkına varıyordum.) Rakijalar ve biraların birbirini kovalamasının ardından -tabii bol bol turbo-folka maruz kaldım- sarhoş olan mekân sahibinin sandalyeleri fırlatıp kırması gibi Kusturica filmlerini aratmayacak sahnelere de şahit olduktan sonra gecenin bir yarısı eve döndük.

Ertesi gün az bir uyku, hafif bir baş ağrısı ve sıfır hazırlıkla ünlü Hırvat büyükusta Ognjen Cvitan’ın (2538) karşısındaydım. Her Şah-Hint oyuncusunun bildiği harika Ftacnik – Cvitan partisinin muzaffer isminin beyaz taşlarla Şah-Hint’e karşı ne yapacağını merak ediyordum:

Böylece turnuvayı 5,5/9 puan ve 2506 ELO performansıyla 16. sırada noktalayarak 2201-2300 ELO aralığındaki en iyi oyuncu için verilen kategori ödülünü de kazanmış oldum. Daha sonra hepsi başarılı geçecek üç turnuva daha oynayacağım Sırbistan’daki ilk turnuvamın öyküsü kısaca böyle. Görüldüğü gibi çoğu zaman iyi bir performans için biraz şansa da ihtiyacınız oluyor ve bir iki oyunda şans yanımda değilse de genel olarak talihli bir turnuva geçirdiğimi de söylemek lazım. Öte yandan şimdi düşündüğümde Sırbistan’da hep iyi performanslar göstermemin sebebinin Yugoslav oyuncuların genellikle reytinglerinin oyun kuvvetlerine göre daha yüksek olmasının yanı sıra bu ülkede kendimi evimde hissetmem de olduğunu düşünüyorum. İyi bir ruh hali ve taze bir zihin özellikle açık turnuvalarda ev hazırlığından bazen daha önemli olabiliyor.

Son olarak yine gezilerim sayesinde öğrendiğim eski Yugoslav rock gruplarından küçük bir seçki.

İlki elbette Yugoslavya’nın Beatles’ı, Goran Bregovic’in gitaristliğini yaptığı Bijelo Dugme (Beyaz Düğme) 80’lerdeki işlerinden bazıları Türkçeye de uyarlandığı için tanıdık gelecektir ama ben daha rock havasındaki ilk iki albümlerini seviyorum:

70’ler Yugoslavyası adeta bir progressive rock cennetidir. Onların arasında bence en iyileri Time, Korni Grupa, Yu Grupa, Indexi, Pop Mašina ve space rockın en iyi gruplarından Igra Staklenih Perli’den kişisel bir seçki:

Nispeten yeni gruplardansa -yeni dediğim 90’lar- canlı da dinlediğim Disciplina kičme (Disciplin A Kitschme) ilginç bir grup:

Son olarak Makedon Vlatko Stefanovski (Leb i Sol’un efsanevi gitaristi) ve Sırp gitarist Miroslav Tadic’ten Anadolu Oyun Havası ile bitirelim:

Capablanca Mağlup Edilebilir Mi?

Her savaşçı nihayetinde yaşlandığı, zayıfladığı ve bitap düştüğü için esasen başlıkta yer alan soruyu şu şekilde değiştirmek lazım: “Capablanca şimdiki yüksek formundayken mağlup edilebilir mi?”

Cevabı yakınlarda yayınlanan ve belli bir teslimiyet göze çarpan röportajıyla kısmen Dünya Şampiyonu’nun kendisi veriyor. Hadi belki bu fazlasıyla sevilen bir “alçakgönüllülük” stratejisi olarak addedilebilir. Fakat her hâlükârda gerçek şu ki Capablanca hiçbir şekilde satranç bilgisinin, becerisinin ve çabasının sonsözü anlamına gelmiyor. Ana zayıflığı olarak satrançta “mucize”yi reddetmesini görüyoruz. Kendisinden büyük teorik atılımlar talep etmek istemiyoruz fakat tespit etmemiz lazım ki açılışların ele alınmasında çok fazla eski buluşların arkasına saklanıyor, özellikle de birkaç büyük öncülü takip etmeye eğilimi var. Örneğin Marshall ile olan maçında Lasker’in serbestleştirme manevrası 6…Af6-e4’ü (Vezir Gambiti’nin Ortodoks devam yolunda) sıklıkla kullanıyor. Hatta Lasker’e karşı maçın ünlü 10. partisinde artık -kendisine bir dizi iyileştirmenin ardından zaferi getiren- arkaik sayılabilecek Steinitz Manevrası’nı (Va5, Fd7, Kd8 vs.) uyguluyor. Siyah taşlarla istisnasız bir şekilde sağlam İspanyol ve Vezir Gambiti açılışlarını seçmesi bu gözlemimizin ardından elbette son derece tabii görünüyor. Mac-Cutcheon Savunması’na karşı kendisi, Lasker’in sadeleştirme sistemi 5.exd5’i kesin bir doğru olarak kabul ederken New York’ta da gördüğümüz gibi Lasker daha yeni ve keskin metotlara başvuruyor (5.Ae2?!). Eğer Capablanca’nın fazla analiz edilmemiş herhangi bir varyantta takip edeceği parlak bir model yoksa oyun anlayışı (örneğin Sicilya veya Hollanda Savunması’na karşı) belli bir yüzeysellik gösteriyor, gerçi böyle bir durumda da harika taktik yeteneği daha parlak bir şekilde ışıldıyor!

Savielly Grigoriewitsch Tartakower

Capablanca’yı mağlup edebilmek için parlak bir fantezi ve yeterli bir teknik eğitim gösteren gözüpek bir yeni satranççı (Alekhine? Reti?) çıkarsa, Kübalı tarafından tamamına erdirilmiş satranç misyonu yüce bir misyon olarak addedilebilir; savaşçı Steinitz, filozof Lasker’den sonra bir “dünya insanı” geldi ve büyüleyici kişiliği ve zarif oyun tarzıyla satranç sanatının popülerleşmesine muazzam katkılarda bulundu…

Satranç tahtı sallanıyor. Dünya şampiyonluğu sorunu aslında şöyle ifade edilebilir: 10.000 Dolarlık zırh delinebilir mi?

Dr. S. G. Tartakower

Wiener Schachzeitung 1925

Not: Aslında Macar satranç dergisi Magyar Sakkvillag’ ta yayınlanmış bir makale, Wiener Schachzeitung bu dergiden alıntılamış.

Rondo

Çok satan kişisel gelişim kitaplarının, dinlerin, psikolojinin, parlak afişleri yol kenarlarında gözümüzü alan reklamların, bankaların ve her ay cebimize giren paranın bize vaat ettiği o bir türlü tam olarak sahip olamadığımız müphem şey, yani mutluluk nedir? Ünlü “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesini herkesin bilmesine rağmen geri kalanından çoğu kişinin maalesef haberinin olmadığı fakat dünya edebiyatındaki en güzel şiirlerden biri olarak pekâlâ sayılabilecek “Saman Sarısı” şiirinde şairimiz Nazım Hikmet bu sorunun cevabını hürriyet olarak verir.  Hürriyet yani özgürlük her şeyden önce bir hafiflik duygusudur, şairimizin bahsettiği devrim sonrası diktatör Batista zulmünden kurtulmuş Kübalıların hissettiği de tam olarak budur. O yüzden en mutlu olduğumuz anlar, yüklerimizden kurtulduğumuz veya daha çok olduğu şekliyle tatlı bir yanılsama sayesinde onları taşıdığımızı unuttuğumuz anlardır hep. Bu yanılsama bazen bizi içinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerin zincirinden geçici de olsa kurtaran bir gezi şeklini alabileceği gibi bazen de bütün dikkatimizi üzerinde toplamayı başaran bir satranç tahtası biçimine girebilir.

Bugün baktığım zaman belki de şu ana kadarki hayatımın en mutlu dönemlerimden biri olan on sekiz günlük Zagreb seyahatimde hissettiğim o eşsiz hafiflik duygusunu bu iki güzel yanılsamanın, yani gezi ve satrancın, bileşke etkisine borçlu olduğumu açıkça görüyorum. Sevemediğim bir şehir ve okuldan tam da bu gezi öncesi kurtulmuş olmanın da katkısı büyük elbette. Adeta dans edercesine yürüdüğüm şirin sokaklar, sabahları ufak kahvelerde tek başıma yudumladığım espresso  -yahut daha iyisi sade bir Türk kahvesi- gibi bohem zevkler, ufak bir kasaba olan Krizevci’deki yerel ska festivali ve sonrasında sabaha karşı Zagreb trenini beklediğim istasyonun dışarıdaki buz gibi havayla tam bir tezat halindeki sıcaklığında uyuyakalışım… Hatırladıkça beni bugün bile gülümseten daha birçok şey. Kısacası bu dünyada ne kadar mümkünse o kadar bir özgürlük hissi.

O hissiyatın paylaşıldığı harikulade insanlar da var tabii. Zevkle döşenmiş evinde sabaha kadar Hendrix ve Majke dinlediğimiz ve konuştuğumuz Petra, evlerinde beni ağırladıkları süre boyunca turnuvadan sonra her akşam bir İtalyan/Hırvat iskambil oyunu olan treseta masasına beni oturtan enerjileri bitmek tükenmek bilmeyen üniversite öğrencileri Maja, Hrvoje ve Melani, kasabasına beni davet ederek ufak bir Hırvat kasabası atmosferini yaşamamı sağlayan Germanistik öğrencisi Simona ve daha niceleri… Bir de bu yazıya ilham veren, bir arkadaşımın ricası üzerine Hırvatistan ekonomisi hakkında bilgi toplamam gerektiği için internette yazdığım çağrıyı yanıtlayarak bir kahvede konuştuğumuz müzik eleştirmeni Mirna. Daha sonra İstanbul’u da ziyaret eden Mirna, tüm çabalarımıza rağmen hâlâ dünyanın en güzel manzaralarından biri olma özelliğini kaybetmemiş Boğaz manzarasına karşı oturduğumuz bir terasta çay içerken bir satranç dergisine yazı yazdığımı öğrenince “Mutlaka izlemelisin.” diyerek bir Yugoslav filmi tavsiye etmişti: Zvonimir Berkovic’in yönettiği ve modernist Yugoslav sinemasının klasiklerinden biri olan 1966 yapımı “Rondo”. Bir peçeteye adını yazdığım filmi bir süre araştırdıktan sonra nihayet bulup izlediğimde Mirna’nın tavsiyesinde yanılmadığını anladım. Yeni Dalga sinemasının etkisinde çekilmiş bu harika film Godard’ı aratmayacak bir sinema zevki sunuyor ve bu açıdan bakıldığında en azından satrancın önemli bir rol oynadığı filmler arasında en iyisi olarak nitelendirilmeyi kesinlikle hak ediyor.


Rondo aslında bilindik bir aşk üçgeni teması üzerine kurulu. Her Pazar satranç oynamak için sözleşen iki adam ve bir kadının satranç tahtası üzerinden şekillenen aşk hikâyesi. Bekâr bir yargıç olan Mladen, heykeltıraş Fedja’yla Pazar günleri satranç tahtası üzerinde mücadele ederken aynı zamanda Fedja’nın sevgilisi Neda’yla aralarında bir aşk gelişmeye başlar. Rahat ve ilgisiz Fedja’ya taban tabana zıt bir kişiliğe sahip olan ciddi ve düşünceli Mladen Neda’yı giderek daha fazla etkiler. Bu aşkın gelişimini satranç taşları ve tahtasıyla sembolik şekilde anlatabilmeyi başarabilmesi ise yönetmen Berkovic’in ustalığını ortaya koyuyor. Kendi hislerini engelleyemeyen Neda, buna var gücüyle karşı koymaya çalışsa da –ki bu Fedja’nın Mladen’i yenmesini istemesi ve partiyi kaybedince hırsından ağlamasıyla sembolize ediliyor- bunu başaramayacak ve sonunda Mladen’e teslim olacaktır.

Filmden bir sahne

“Rondo” adını film Mozart’ın piyano için bestelediği eseri K.511 La Minör Rondo’dan alıyor. Bir müzikal form olarak rondo aynı temanın ufak varyasyonlarla yinelenmesinden oluşur, tıpkı filmde Fedja’nın Mladen’e izah ettiği gibi hem yinelenen hem de hiçbir zaman aynı olmayan. Mozart’ın bu zarif rondosunun melodisi gerek Fedja’nın ıslığından, gerek Neda’nın ve sonrasında Fedja’nın çaldığı piyanodan gerekse de Mladen’in hediye olarak aldığı plaktan filmde defalarca duyulur. Bakıldığında her Pazar yinelenen fakat yavaş yavaş gelişen gerilimle birbirine benzemeyen satranç partileri de tıpkı aynı temanın yinelendiği bir rondoya benzer. Sonunun da tıpkı filmin başına benzemesi –fakat aradan geçen olaylar yüzünden yine de farklı olması- yine bu rondo biçimine atıf yapan bir başka unsur elbette ve yönetmen Berkovic’in ince biçimsel kaygısını gösteriyor. Son olarak ufak bir tavsiye de Mozart’ın bu rondosunu merak eden ve dinlemek isteyenler için. Bu eserin kanımca en iyi yorumu Avusturyalı piyanist Artur Schnabel’a ait. Schnabel’ın 1946’daki kaydı eserin adeta bir Chopin bestesi kadar kırılgan zarafetinin hakkını tam olarak veriyor. Sırf bu muhteşem rondoyu dinlemek için bile izlenebilir aslında bu film.

1960’lardaki Zagreb’ten kısaca görüntüler de sunan filmde dikkatli gözler kentin bugün de ana meydanı olan Ban Jelacic Meydanı’nı ve onun üzerinde yer alan ünlü Hotel Dubrovnik’i fark edecektir. Şehrin en eski otellerinden olan bu otel aynı zamanda son derece iyi düzenlenmiş bir turnuva olan 2013 Zagreb Açık’a da ev sahipliği yapan mekândı ve tıpkı turnuva gibi düzenlendiği otel ile otelin meydana bakan büyük pencereleriyle güzel ve bir o kadar da eski kahvehanesini de adeta sevgiyle hatırlıyorum. Turnuvaya gelirsek, turnuvayı gezi için adeta bir bahane olarak kullandığımı ve turlara hiç hazırlık yapmadan çıktığımı biraz utanç verici de olsa itiraf etmem gerekiyor. Elbette benim gibi amatörler için bu önemsiz olabilir ama profesyonel bir oyuncu olmak veya oyun kuvvetinizi ilerletmek için her partiye ciddiyetle hazırlanmak şart. Nitekim bunu en iyi gösteren örnek Hırvat büyükusta Hrvoje Stevic ile oynadığım partide kendisinden 300(!) puan düşük olmama karşın Stevic’in hazırlık yaptığını, en azından oyunlarıma baktığını fark etmem. Stevic’in güzel kazancını yazının sonunda analizli olarak bulabilirsiniz. Onun dışında çok da parlak sayılmayacak oyunuma ve hatta üç gecelik uykusuzluktan sonra bir oyun esnasında beş dakika gözlerimin kapanması gibi ciddiyetten uzak durumlara karşın yine de reyting puanı kazanmış olmam Türkiye’de satrancı ciddiye alan sporcuların kesinlikle yurtdışında oynamaları gerektiğini gösteren bir olgu. 
 
Her Pazar satranç oynayarak mutlu olan Mladen ve Fedja gibi sizin de satrançtan keyif almanızı ve bir tahta ile otuz iki taşın yarattığı bu muhteşem yanılsamanın yeni yılda size bol bol mutluluk getirmesini dileyerek yazıyı, en büyük mutluluklarımız ve mutsuzluklarımızda rol oynayan aşka dair filmden ufak bir alıntıyla bitirelim:


“Mladen, sen haklıydın. Aşk, tıpkı bir satranç partisine benziyor. Bir aptal bile ilk hamleyi yapabilir ama devamı hiç kolay değil.”

Not: Bu yazı Mavikale’nin Aralık 2014 tarihli 22. sayısında yayınlanmıştır.

Son olarak filmi Youtube’ta İngilizce altyazılı olarak izlemeniz mümkün:


Ve gezimin “soundtrack”i kült Hırvat rock grubu Majke. Belki çok özgün bir grup denilemez ama 90’ların en önemli gruplarından kalite anlamında hiçbir eksikleri yok:

Grup kadrosu değişse de karizmatik solistleri Goran Bare önderliğinde halen yoluna devam etmekte:

Eugenios Antoniadis, İstanbullu Bir Astronom ve Satranççı

Wiener Schachzeitung’un 1907 Ağustos-Eylül sayısında Paris’te Café de la Regence’ta düzenlenen ve davetli iki usta Marshall ve Tartakower’e altı amatör satranççının eşlik ettiği küçük bir turnuvanın haberi vardır. Elbette o dönemde oyun kuvveti olarak ustalar ile amatörler arasında devasa farklar bulunduğu göz önüne alınırsa Tartakower ve Marshall’ın ilk iki sırayı fazla zorlanmadan elde etmelerini beklemek gayet doğal olurdu. Fakat final tablosuna baktığımızda beklenilenin aksine Tartakower’i ancak üçüncü sırada görmekteyiz çünkü onun bir puan önünde Marshall ile birlikte 6/7 skoruyla birinciliği paylaşan bir isim var: Wiener Schachzeitung’un Yunan olduğunu yazdığı “E. Antoniadi”. Üstelik Antoniadi turnuvada hem Marshall’ı hem de Tartakower’i yenmeyi başararak zirveye ulaşmış! Peki Yunan satrancının yakın bir zamana kadar uluslararası arenada yok hükmünde olduğu göz önüne alınırsa 1907’de Paris’te iki ünlü ustayı yenerek turnuvayı birinci bitiren bu “E. Antoniadi” kim? Bu soruyu araştırdığımızda karşımıza astronomi tarihini -ve hatta Osmanlı tarihini- yakından ilgilendiren oldukça ilginç ve renkli bir portre çıkıyor.

Birinciyi belirlemek için yapılan Antoniadi – Marshall maçını Marshall kazanmış
Kaynak: Wiener Schachzeitung 1907

Eugenios Antoniadis 1 Mart 1870’te Konstantiniyye’de, yani İstanbul’da, Rum bir ailenin çocuğu olarak doğar. Daha çocuk yaşta astronomiye ilgi duyar. Teknik çizim yeteneği erken yaştan itibaren kendini gösterir, formel bir mimari eğitimi almış olması muhtemeldir. Henüz 17 yaşındayken İstanbul ve Büyükada’da 3-inçlik refrakter teleskopuyla yaptığı güneş lekeleri ve gezegenlere dair gözlemlerini kâğıda aktarmaya başlar ve çalışmalarını Camille Flammarion’un 1887’de kurduğu Paris’teki Société Astronomique de France’a yollar. II. Abdülhamit döneminin baskıları ve imparatorluğun geçirdiği çalkantılı dönem birçok Osmanlı aydını gibi Antoniadis’i de yurtdışına gitmeye can atar bir hale getirmiştir ve 1893’te Flammarion’un Paris ve Fontainebleau arasındaki şahsi gözlemevinde gözlemci olarak çalışma teklifini kabul ederek Paris’e taşınır.

Eugenios Antoniadis (1870-1944)

Antoniadis gözlemevinde çalışmaya devam ederken Flammarion’un dergisi L’Astronomie ve The Journal of the British Astronomical Association’a da sıklıkla makaleler yollar, İngilizcesi de Fransızcası kadar iyidir. Nitekim 1896’da British Astronomical Association’da (Britanya Astronomi Derneği) Mars Bölümü Direktörü olur ve bu görevini yirmi yıl boyunca sürdürür. Bu arada hocası Flammarion ile arası açılmaya başlar, biyografı William Sheehan’a göre Flammarion’un kendi çalışmalarını sahiplenmesi Antoniadis’in hoşuna gitmemeye başlamıştır ve çalışmalarında daha özgür olmayı arzulamaktadır. Ayrıca “Mars kanalları” konusunda -çocukken okuduğum Tübitak Yayınları’ndan çıkan Aronson’un “Bilimsel Gaflar: Doğruya Giden Yolda Eğri Serüvenler” kitabında bu hadiseye de yer verilmiştir, merak edenler bu güzel kitaba bakabilirler- Flammarion ile görüş ayrılığı vardır, Antoniadis Flammarion’un aksine kanalların varlığı konusunda haklı olarak şüphe duymaktadır. Sağlığı da bu arada biraz bozulan Antoniadis 1902’de gözlemevindeki görevinden istifa eder, İngiltere’ye taşınmayı düşünür.

La Planète Mars (The Planet Mars) kitabından Mars’taki bir bölgenin haritası

Aşağı yukarı aynı zamanlarda zengin bir ailenin kızı olan Katherine Sevastopulo (Grek versiyonunun Katerina Sevastopulu olması muhtemel. -Can İnce) ile evlenir ve finansal açıdan rahata erer. Genç çift Paris’in lüks bir muhitine taşınır ve Antoniadis de bir süreliğine astronomiden uzaklaşarak kendini mimariye verir. II. Abdülhamit’ten Ayasofya’nın içinin çizimi ve fotoğraflanması için izin alır ve 1907’de Ayasofya hakkında üç ciltlik bir eser yayınlar.

1909’da Mars’ın Dünya ve Güneş ile aynı hizaya gelmesi -karşı konum, opozisyon- Antoniadis’i tekrar astronomiye döndürür.8,5 inçlik refrakter teleskopuyla Rue de Joffroy’daki evinden Mars’ta “solgun limoni bir sis”e benzettiği toz bulutları gözlemler. Bu arada Meudon Gözlemevi’nin direktörü Henri Deslandres’den davet alır. Buradaki 33 inçlik teleskopla Mars gözlemleri yapar ve daha sonraki Mars fotoğraflarıyla karşılaştırılabilecek kadar detaylı harika çizimlere imza atar. Elbette Mars yüzeyinde Schiaparelli’nin kanallarının izine rastlamaz ve çalışmalarını 1909 ve 1910’da yayınlayarak “Mars kanalları” teorisine son darbeyi indiren isimlerden biri olur.

La Planète Mars, E.M. Antoniadi

Mars çizimleri ve çalışmaları sayesinde en büyük Mars otoritesi haline gelen Antoniadis, bu ününü 1930’da yayınladığı “La Planète Mars” kitabıyla pekiştirir. Ayrıca Merkür ve eski Mısır astronomisi üzerine de kitaplar yayınlamıştır. Savaş nedeniyle gözlemlerine son vermek zorunda kalan Eugenios Antoniadis veya Fransa’da değiştirdiği şekliyle Eugene Michel Antoniadi, işgal altındaki Paris’te 10 Şubat 1944 tarihinde vefat eder.

Astronomi tarihinin önemli kişiliklerinden biri olan Antoniadis’in burada büyük kısmını alıntıladığım kısa biyografi yazısında elbette satrancına dair bir şey yok, fakat Winter’ın “A Chessplaying Astronomer” başlıklı makalesinde daha fazla ayrıntıya erişmek mümkün. 1907’deki zaferinden sonra örneğin Antoniadis Fransız satranç dergisi La Strategie’de şöyle bir yorumda bulunmuş:

“Bu zamana kadar en üst seviyede oyuncularla oynamak için çok fırsatım olmadı fakat fazlasıyla satranç çalıştım. Önce Preti’nin harika ABC des Echecs (Satrancın Abecesi) kitabıyla, sonrasındaysa zamanımızın en iyi yorumcularından olduğunu düşündüğüm ve en hararetli öğrencilerinden biri olduğum Dr. Tarrasch’ın âlimane yorumlarını takip ederek.”

Yine La Strategie dergisinde 1909, 1919 gibi tarihlerde oynadığı oyunlar mevcut, bu da satranç oynamaya devam ettiğinin bir göstergesi. Ayrıca 1920’li yıllarda yine aynı dergiye makale ve kitap eleştirileri de gönderen Antoniadis’in satranç literatürü ve tarihine de meraklı olduğunu söyleyebiliriz.

Fakat bizi belki de daha çok ilgilendiren 1894’te Les tablettes du chercheur de yayınlanan İstanbul’da 1893 senesinde oynadığı iki parti. Biri Edwards isminde herhalde bir İngiliz ile -1869’da kurulan Dersaadet Tramvay Şirketi’nin kurucu ortakları arasında bir R. Edwards bulunmakta, belki o olabilir- diğeri ise Kemal Bey isminde biriyle. Şimdi bu ikincisine, yani Antoniadis – Kemal Bey partisine göz atalım:

Faydalanılan Kaynaklar

Sheehan, W. “Antoniadi, Eugene Michael.” . In Biographical Encyclopedia of Astronomers. New York, NY: Springer New York, 2014.

A Chessplaying Astronomer by Edward Winter. Accessed July 2, 2020. https://www.chesshistory.com/winter/extra/antoniadi.html.

Caissa’nın Bestecisi Prokofyev ve Capablanca

20. yüzyılın en büyük bestecileri kimlerdir diye sorulsa -Mahler, Skryabin ve Rahmaninov’u eğer geç 19. yüzyıl kabul edersek- kesinlikle iki Sovyet besteciyi en başa koymak gerekir: Şostakoviç ve Prokofyev. Her ikisi de Jdanovizm mağduru olan bu iki büyük besteci Stalin döneminde ağır baskı altında yaşamalarına karşın üretkenliklerini yitirmemişler ve senfoni, konçerto, oda müziği, bale, opera, film müzikleri gibi birçok farklı türde şaheserler yaratmaya devam etmişlerdir. Bu ikiliden yaşça büyük olanı Sergey Prokofyev -tıpkı ünlü kemancı David Oystrah (Oistrakh) gibi- müzikal dehasının yanında aynı zamanda bir amatöre göre iyi sayılabilecek bir satranç oyuncusudur ve üstelik Capablanca’yı da bir simultane gösterisinde de olsa yenmeyi başarmıştır! Bu yazıda Prokofyev’in satranç ile olan ilişkisine kısaca göz atacağız.

Satrancı yedi yaşında öğrenen Prokofyev, annesinin her şeyi yazılı olarak kaydetme yönündeki öğüdüne uygun olarak daha o yaşta günlük tutmasının yanı sıra oynadığı satranç partilerini de bir deftere kaydetmeye başlar. Defterindeki ilk oyun “Pastoral” adını verdiği matla sonuçlanan dört hamlelik bir oyundur. İlk bestesini altı yaşında yapan ve dokuz yaşında ilk operasını besteleyen bir dahi çocuk olarak Prokofyev’in müzik eğitimi elbette önceliklidir ama satranç tutkusu da bir yandan devam eder. On yaşındayken teyzesi Tanya, Solovyev adındaki bir tanıdığına satranç oynaması için götürür ve bir satranç kulübüne üye olan -her ne kadar 5.kategori yani oldukça zayıf bir oyuncu olsa da- rakibine karşı küçük Seryoja üstünlük sağlamayı başarır. Solovyev, ödül olarak küçük rakibine eski satranç dergileri verir; Prokofyev bu dergilerden Çigorin-Tarrasch ve Steinitz-Lasker maçlarının partilerini inceleyecektir. Konservatuar için başkent St. Petersburg’a taşınan Prokofyev Rimskiy-Korsakov ve Glazunov gibi devlerden ders alırken satrancı da ihmal etmez. Bir yaz tatilinde geri döndüğü memleketi Sontsovka’da -bugünkü Donetsk yakınlarındaki Sontsivka, Prokofyev Müzesi yolunuz düşerse gezilebilir- tanıştığı ve daha sonra ilk piyano sonatını ithaf edeceği dostu Vasili Morolev ile satranç oynamak genç müzisyenin en büyük eğlenceleri arasındadır. Ayrıca yazışmalı partiler de oynamaktadır, Harlow Robinson Prokofyev’in 1909’da aynı anda yirmiye yakın yazışmalı parti oynadığını yazmaktadır.

Sergey Prokofyev ve Vasili Morolev Satranç Oynuyor

1909 St. Petersburg Turnuvası’nı Prokofyev elbette yakından takip etmiştir ve hatta konservatuardan öğretmeni Lyadov ile bir konuşmasına göre Lasker ile bir simultane partisinde de berabere kalmış olmalı ama bununla ilgili otobiyografisinden başka bir kaynağa ulaşamadım. Beş yıl sonra, 1914’te, yine St. Petersburg’ta düzenlenen ve dönemin en iyi oyuncularının tamamının katıldığı turnuvada ise Prokofyev’in simultane maceraları ve Capablanca, Lasker gibi devlerle sohbetlerine dair Prokofyev’in günlüğünde fazlasıyla bilgiye ulaşmak mümkün. Capablanca’nın turnuva bitiminden sonra verdiği üç simultane gösterisine katılan Prokofyev, Lasker ve Capablanca ile de sohbet etme şansı bulur ve izlenimlerini günlüğüne aktarır:

 14 Mayıs 1914

[…] Eve yaklaşmışken saatin sekize çeyrek var olduğunu panikle fark ettim, Capablanca ile olan simultane oyunum saat sekizdeydi. Bir deli gibi, frakımı yırtarak çıkardım, üzerime bir ceket alarak bir şey yemeden turnuvaya gitmekte olan bir arabaya atladım. [….]

Lasker müzik hakkında fazla bir şey bilmediğini ama genç ve hoş bir delikanlı olduğum için, başarımdan ötürü mutlu olduğunu söyledi. Simultane gösterisi başladı[….]Capablanca hamlelerini inanılmaz bir çabuklukta yapıyordu. Birçok oyuna Şah Gambiti’yle başladı, bana aynısını oynamayacağından korkuyordum ama şansım yaver gitti. İyi bir oyun oldu….[…] Maalesef, sadece beş altı oyun kalmıştı ve Capablanca o kadar hızlı oynuyordu ki düşünmeye zamanım olmuyordu. Bir şekilde piyon hattımı yardı ve kazandı. Sonuç: 27 galibiyet, 1 kayıp, 2 berabere, biri nezaketen ihtiyar Saburov’a olmak üzere. En sona Başkirov’un oyunu kalmıştı. Geç geldi, Rubinstein ve Marshall’dan yardım alarak oynadı, ve yine de kaybetti.[….].
Çıkarken ertesi gün ayrılacak Lasker ile vedalaştım. Çok nazikti ve beni kendisini Berlin’de ziyarete davet etti. Bu davet beni gururlandırdı. Bıraktığım iz, Mozart ve Bach ile karşılaştırıldığında, o kadar belirgin olmayabilir ama en azından biri bunun farkında ve bana takdirle bakıyor.

15 Mayıs 1914

[….] Akşam turnuvaya Capablanca’nın ikinci gösterisi için gittim…Dördüncü hamlesinde Capablanca yazışmalı partilerimden birinde geliştirdiğim bir tuzağa düştü: 1. d4 d5; 2. Af3 Ff5; 3. c4 Ac6, Ab4 tehdidiyle. Tahtanın önünde iki veya üç dakika durdu, eliyle alnını siliyor ve saçını çekiyordu. Şampiyona bir problem çıkardığım için heyecanlıydım. Kalite kaybediyordu ama kendini topladı ve benle durumu eşitlemeyi başardı, öyle ki oyunu kurtarmam için birçok numaraya başvurmam gerekti….


Buna karşın sonunda Prokofyev oyunu kaybeder ve üçüncü gösteriye “şerefini kurtarmak” için kayıt olur:

16 Mayıs 1914

[…] akşam bir kez daha satranç turnuvasına, Capablanca ile oynamaya.


Oyun bir önceki gibi başladı ama daha zordu – Capablanca kalite kaybetmedi fakat taş da kazanmadı.Hücum etti ve bu benim için işleri bayağı zorlaştırdı ancak enerjik bir şekilde direndim. Capablanca güzel bir tarzda taşlarını oynuyordu, korunmasız fakat alırsan kaybediyorsun. […] İki saatlik güç bir oyundan sonra birden bir kombinezon gördüm ve Yahontov’a “Oyunu kazanacağım” dedim.


Tahtaya baktı ve ona gösterdim fakat emin olmak için Capablanca’dan pas geçmesini istedim. Yeniden masaya geldiğinde, üç hamlelik bir mat tuzağı kurduğum için heyecanlıydım. Hamlemi yaptım. Capablanca tam hamle yapıyordu ki durdu ve tuzağı fark edip biraz düşündükten sonra taşını verdi, değilse kendini kurtaramayacaktı. Böylece bir taş fazlaydım ve bunu kullanmam gerekiyordu. Bir an gerçekten korktum, Capablanca sanki kurtulacakmış gibi görünüyordu, ama yapamadı ve kaybetti. Zaferimi kendi kendime kutladım ve tebrikleri kabul ettim. […] Başkirov beni çaya davet etti ve ona geç olduğunu söylesem de Capablanca’nın da geleceğini bildiğim için daveti kabul ettim.

Daha sonra Başkirov, Capablanca ve Prokofyev üçlüsü Başkirov’un evinde toplanır ve çay içerler:

[…}Sonra Başkirov Tannhäuser’i çalmamı rica etti. Normalde çalmazdım fakat Capablanca’nın ne düşündüğünü merak ediyordum. Belirgin bir zevkle dinledi ancak parçayı bir yerde duyduğunu fakat ne olduğunu hatırlamadığını söyleyerek tam bir cehalet gösterdi. “Arp için Prelüd”ümü beğendi. Evi birlikte terk ettik.[…]. Yirmi dakika kadar yürüdükten sonra, Capablanca konuşmaya başladı ve Londra’ya İsviçre üzerinden gideceğimin doğru olup olmadığını ve ne zaman gideceğimi sordu; Fransızca aksanı iyi değildi fakat dili doğru konuşuyordu. […]Nevskiy Bulvarı’nda gece dışarıda olan insanlardan etkilenmişti. Sadovaya ve  Voznesenskaya’nın kesiştiği köşeye kadar hızlıca yürüdük, ve yollarımız ayrıldı – o Astoria’ya, ben 1.Rota’ya. Sabah saat üçtü ve ortalık aydınlıktı.

Başkirov kim diye soracak olursanız Prokofyev’in dostu bir şair ve filozof, o zamanlar St. Petersburg’ta yüksek kültür çevrelerinde bulunan biri olduğu anlaşılıyor. Winter’ın Prokofyev’in günlüklerinden naklettiği şekliyle Capablanca’nın St. Petersburg 1914’ü kazanamamasında da etkili olmuş olabilir zira Başkirov, Prokofyev’e Capablanca’yı Madam Strahoviç ile tanıştırdığını ve Kübalının aşık olduğu için birinciliği kaybettiğini söylemiş!

Biraz dedikodudan sonra Prokofyev’in Capablanca’yı yendiği partiye artık bakabiliriz:

1914’te başlayan dostluk iki deha arasında daha sonra da devam eder. 1921’de Capablanca, Lasker’i yenerek dünya şampiyonu olunca Prokofyev tebrik telgrafı çekenler arasındadır. Rus bestecinin Lunaçarski’nin izniyle yurtdışına çıkışının ardından ikilinin Amerika’da görüştüğünü de biliyoruz. Sovyetler Birliği’ne 1936’da yeniden dönen Prokofyev, aynı yıl Moskova Turnuvası’nı birlikte kazanan Botvinnik ve Capablanca’ya birer tebrik telgrafı da göndermiştir; hatta Botvinnik’in buna dair güzel bir anekdotu da mevcut, isteyenler İngilizce olarak yazının sonunda bağlantısını vereceğim Winter’ın Sergei Prokofiev and Chess başlıklı makalesini okuyabilirler.

Prokofyev’in satranç tutkusu ömrü boyunca devam etmişti

Capablanca’nın yanı sıra Alekhine ve Botvinnik ile de ahbaplık etmişliği bulunan Prokofyev ayrıca 1937’de daha önce bahsettiğimiz ünlü kemancı David Oystrah ile on partilik bir satranç maçı da yapmıştır, her ne kadar ilk yedi oyundan sonra maç sonlansa da. Denilene göre Oystrah kaybedeceğini anlamış ve yedinci partinin ardından maçı bırakmış. Bir turneye kimin çıkacağını belirlemek için düzenlenen maçı kaybeden Oystrah böylece turneye kendisi gitmek zorunda kalmış, iyi satranç oynamanın bir faydası daha!

Besteci hakkında ilginç bir ayrıntıdan da bahsetmeden geçmek olmaz. Sergey Sergeyeviç Prokofyev, kaderin bir cilvesi olarak Stalin ile aynı günde, 5 Mart 1953’te vefat etmiştir. Cenazesi Stalin için toplanan kalabalıklarla dolup taşan Kızıl Meydan’a yakın oturması nedeniyle üç gün boyunca evden çıkarılamayan Prokofyev, hak ettiğinin aksine oldukça küçük bir törenle uğurlanmak durumunda kalmıştır. Dönemin Sovyet müzik dergisinde vefat haberinin Stalin’e adanmış ilk 115 sayfanın ardından 116. sayfada önemsiz bir olaymış gibi verilmesi de Stalin devrinin anlayışına güzel ve trajikomik bir örnek kuşkusuz.

Romeo ve Jülyet, Üç Portakala Aşk, Peter ve Kurt gibi iyi bilinen eserleri de elbette güzel ama biraz kişisel bir Prokofiev seçkisiyle yazıyı sonlandıralım, şahsen en iyi olduğunu düşündüğüm yorumlarıyla:

Faydalanılan Kaynaklar

Robinson, Harlow. Sergei Prokofiev: a Biography: Boston: Northeastern University Press, 2002.

Prokofiev, Sergey. Prokofiev by Prokofiev: a Composer’s Memoir. Garden City, NY: Doubleday, 1979.

The Game by Jr., Serge Prokofiev. Accessed June 29, 2020 http://www.sprkfv.net/journal/three02/thegame.html.

Sergei Prokofiev and Chess by Edward Winter. Accessed June 29, 2020. https://www.chesshistory.com/winter/extra/prokofiev.html.

Spielmann ve Tartakower Birinci Dünya Savaşı’nda

Temmuz 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı o zamana kadar görülmemiş sayıda insanı cephelere süren ve öncesindeki Avrupa açısından nispeten barışçıl dönemin aniden sonunu getirerek büyük bir şok etkisi yaratan bir felaketti. Elbette Avusturya-Macaristan savaşı başlatan ülke olarak tam da savaşın merkezinde yer alıyordu, dolayısıyla Avusturya-Macaristan topraklarındaki birçok satranççı da ilan edilen seferberlikle birlikte kendisini cephede buldu.

1916’ya kadar savaş koşullarında da yayın hayatına devam etmeyi başaran Wiener Schachzeitung, bir yandan satranç içeriği sunmaya devam ederken bir yandan da askere alınan satranççılardan gelen haber ve mektupları yayınlayarak okurlarını bilgilendiriyordu. Spielmann ve Tartakower düzenli olarak redaktör Georg Marco’ya mektup ve kartpostal yollayan oyuncular arasındaydı, onlardan ufak bir seçkiye bakalım:

Benzer Meslekler Olarak Satranç ve Topçuluk

R. Spielmann Viyana’da yapılan muayenede ihtiyat birlikleri için elverişli bulunduğu zaman görevli yüzbaşıyla çiçeği burnunda acemi asker arasında şöyle bir konuşma geçmiş:

-Nesiniz?

-Satranç oyuncusu.

-Yani mesleğiniz demek istiyorum.

-Satranç ustasıyım.

-Meslek olarak mı? Var mı öyle bir şey? Bununla geçim sağlanabiliyor mu?

-Evet, eğer çok iyi yapabiliyorsanız.

“Öyleyse” demiş yüzbaşı, “sizi müstahkem topçu birliğine göndereceğiz, belki orada yeteneklerinizi değerlendirebilirsiniz.”

Wiener Schachzeitung 1914

Spielmann Güney Tirol’de

Rudolf Spielmann Mayıs başından beri cephede bulunuyor. 31 Mayıs’ta beni cepheden -Güney Tirol’de Pedraces yakınlarında Stern’den- gönderdiği bir katpostal ile sevindirdi. (Adresi: Telgraf Birimi, Cephe Postası 601) İçeriği daha geniş çevreleri de ilgilendirecektir: “32 kilometrelik tam teçhizatlı, ki bu yaklaşık 30 kilogramlık bir sırt çantasıyla yüklü olmak anlamına geliyor, bir yürüyüşün ardından buraya sağ salim vardık. Sakin ve pastoral bir yerdeyim, etraf ormanlar ve çayırlarla çevrili, gerçi bunlar son günlerdeki aralıksız yağan yağmurla birlikte insanda biraz kasvetli bir izlenim de uyandırıyor. Askerde olmak kolay, bir satranç turnuvasına göre çok daha az yorucu. Çok fazla boş zamanım var ve bu boş zamanı satranç çalışmaya ve köşe yazılarımı iletmeye adamak istiyorum. Fakat maalesef burada satranç dünyasından tamamen uzağım. Wiener Schachzeitung’un son sayısını iletebilirseniz çok müteşekkir olurum. Selamlarımla, R. Spielmann.

P.S. Değerli kulüp üyelerine selamlar


Wiener Schachzeitung 1915

Tarok, Satranç ve Tartakower’in Siper Hayatı

“Dr. Tartakower Mayıs başı beni yeni bir yaşam belirtisiyle sevindirdi. İçinde bulunduğumuz acı gerçeklik bile önceki yaşam sevincinden henüz hiçbir şey götürememiş ve kendisi gibi silah arkadaşlarının da her durumun iyi tarafını görmeye çalıştıklarını öğrenmek insanda ferahlatıcı bir etki yapıyor. “Muskete”nin tanınmış ve dahi karikatüristi Bay Egon Sternfeld’in geçici bir siper halet-i ruhiyesinde birkaç kuvvetli çizgiyle büyülü bir şekilde meydana getirdiği bana göre çok güzel çizimi de bu mutlu bir mizah duygusunun baskın geldiği ruh haline borçluyuz. Dr. Tartakower’e göre bu çizim “Küçük Kohn Cephede” 1 olarak adlandırılabilir. “Bunun dışında siperde gayet rahat yaşayıp gidiyoruz, boş günlerde birlikten baylar ile tarok 2 partileri oynuyoruz ve bazen değişiklik olsun diye tarok partilerine ek olarak iki de körleme oyun oynuyorum.

Sternfeld’in siperde çizdiği Tartakower karikatürü

Bu partilerden birinde 23. hamleden sonra şu konum oluştu:

Tartakower “Ne kadar güzel ve fantastik bir şekilde hayal edilebilir” diye düşünüyor: “Pagat ultimo 3 kontrla karşılanıyor, uzak geçer vezire çıkıyor, toplar havada ıslık çalıyor, bombalar patlıyor vs… Yine de sakin olun, böyle bir şey yok, savaşa dair bir şeyler duymak istersem gazeteyi okumam gerekiyor. Ve gazetede de Tarnow’daki büyük zaferi okuyorum. Yani belirleyici bahar hücumu başlıyor! Size ve tüm tanıdıklara selamlar.” Dr. Tartakower

Büyük zafer yürüyüşüne bu arada Dr. Tartakower de katıldı. En son gelen haberler sevindirici: “Tarta” neşeli ve sağlıklı bir halde ve bronz madalyaya layık görülmüş.

Buna karşılık aynı alaydan arkadaşı yedek subay Egon Sternfeld 9 Haziran’da hayatını kaybetti…”

Wiener Schachzeitung 1915

1“Küçük Kohn”: 20. yüzyıl başında yükselen antisemitizm çerçevesinde ortaya çıkmış, Yahudileri karikatürize eden bir karakter. Tartakower de bir Yahudiydi ve Sternfeld’in abartılı çizimi ona “Küçük Kohn”u hatırlatmış olmalı.

2 O yıllarda popüler bir kağıt oyunu
3 Tarok oyununun oynandığı destede bir kağıt