Satranç ustası olmak, en nadir, özel ve ilginç mesleklerden biridir. Prof. Dr. Vidmar veya Dr. Treybal gibi amatörler, daha doğrusu turnuva profesyonelleri, için bile-Dr. Alekhine de şimdilerde Paris’te bir avukatlık bürosu açmak istiyor- satranç başlıca geçim kaynağıdır. Bu yüzden Semmering Turnuvası münasebetiyle bir dizi ünlü katılımcıdan kendilerini satranca neyin çektiğini ve onları bu oyuna bağlayan şeyin ne olduğunu ifade etmelerini istedim. İlginç ve yer yer psikolojik açıdan değerli cevaplarını aşağıda bulabilirsiniz.
Dr. Alexander Alekhine
Öncelikle gerçeği aramak ve ondan sonra da mücadele unsuru nedeniyle satranç ustası oldum.
Daha küçük bir çocukken kendimde satranca karşı bir yetenek hissediyordum, böylece henüz 16 yaşındayken -daha lise öğrencisiyken, 1909 senesinde- “usta” oldum. 7 yaşında da satranç oynuyordum ama ciddi olarak oynamaya başlamam 12 yaşında oldu. Daha o zamanlarda satranca karşı içimde bir dürtü, karşı konulamaz bir kuvvet hissediyordum.
Karakterimi satranç yoluyla geliştirdim. Satranç her şeyden önce objektif olmayı öğretir. Satrançta ancak eğer öncelikle kendi hatalarınızı görüyorsanız büyük bir usta olabilirsiniz. Bu, hayatta da böyledir.
İnsan hayatının amacı ve mutluluğunun kaynağı kişinin verebileceğinin azamisini vermesidir. En büyük başarılarımı satrançta gerçekleştirebileceğimi deyim yerindeyse bilinçdışı olarak hissettiğim için satranç ustası oldum. Ancak belirtmeli ve vurgulamalıyım ki profesyonel bir usta olmam ancak Rus Devrimi nedeniyle gerçekleşti ve hukuk kariyerimi de devam ettirme niyetindeyim.
Aron Nimzowitsch
Satranç hayatın bir aynasıdır, satranççıların dünyasından başka hiçbir yerde fanatizm -esasen çok hakir gördüğüm bir şey- bu ölçüde çiçek açmış ve serpilmemiştir. Kısmen şaka yollu diyebilirim ki benim için yıllar içerisinde bir ihtiyaç haline gelen insan toplumuna karşı “antipati”me daha yoğun bir hedef bulmak için satranç oynuyorum ve bu yüzden usta oldum. Mizahı bir kenara bırakırsak şöyle derim:
Başarıya tapınmayı hakir görürüm;
Fakat bu, satranç dünyasında özellikle fazla serpilmiştir,
Başarı fanatizmini burada da gözlemlemek genel olarak kötümser dünya görüşümü tasdik ediyor ve bu yüzden hoşuma gidiyor.
Richard Reti
Gençliğimde iki tane sevdiğim uğraşı vardı: matematik ve satranç. İlgimi matematiğe değil de satranca yöneltmem hususunda beni harekete geçiren şey satrancın matematiğe göre daha canlı ve yaşama dair olmasıdır, bilmeyenlere tuhaf veya paradoksal görünecek bir neden. Matematik derken genel, pratik matematikten değil tamamen spekülatif bir karaktere sahip, sonlu ve sonsuz elemanlara sahip kümeler ve onların oluşturdukları yapılar ile ilgilenen modern matematikten bahsediyorum. Satranç da spekülatif bir oyundur (Matematik de tıpkı satranç gibi bir oyun ve bilimdir), burada da spekülatif yapılar oluşturulur ancak bu yapılar mücadelenin ve mücadeleyle birlikte de hayatın sembolleridir ve bu yüzden matematiğe göre bana daha sıcak gelmişlerdir. Buna ek olarak satranca dair özel fikirlerimi daha kolay başarıya ulaştırabilirdim, çünkü satrançta benim fikirlerimi kabul etmek istemeyen bir rakibi pratik olarak, yani oyunda, fikirlerimi tanımak zorunda bırakma olanağı mevcuttur.
Daha sonralarıysa iyi bir fikrin her zaman galip gelmesi gerektiği yönündeki iyimserliğimin abartılı olduğunu yine de kabul etmek zorunda kaldım, çünkü başarıya ulaşmak için çok fazla ayrıntılı teknik çalışma, sportif öz-disiplin, kendine hâkim olma ve güç gerekir, ki bu bir satranç ustası olarak başarı elde edebilmek için -büyük bir matematikçi için de zorunlu olduğu gibi- pratik olarak satrancın düşünsel içeriğiyle ilgisi olmayan sıkıcı ve kapsamlı bir çalışma gerektiği anlamına gelir.
Bana satrançta özellikle neşe veren şey stratejik fikirlerin bilgisidir. Ve bir turnuvada oynadığım zaman fikirlerimin doğruluğunu sınarım.
Akiba Rubinstein
Satranç bana ben 14 yaşındayken hederde gösterilmişti. 16 yaşındayken teoriyle ilgilenmeye başladım. Daha sonra büyük üstat Salwe’nin yaşadığı Lodz’a gitmem bana öğütlendi. Gelişimimi orada tamamladım, diyebilirim ki Salwe’nin yanında çıraklığımı yaptım. Böylece usta oldum.
Kendimde bir eğilim ve yetenek hissetmiştim. Sıradışı bir şekilde iyi bir hafızaya da sahiptim. Şimdi de 21 yıllık satranç ustalığım süresince oynadığım tüm oyunları hatırlıyorum. İsim veya yerlere yönelik bir hafızam yok, sadece özel bir satranç hafızasına sahibim.
Beni oyuna bağlayan şey estetik zevk. Güzel bir kombinezon bende estetik bir zevk yaratıyor. Adeta bir humma haline giriyorum.
Satranç sadece bir sanat değil aynı zamanda bir bilimdir. Zafer ve diğer her şey bilimsel temeller üzerinde gerçekleşir. Rakibin zayıf tarafı, karelerin işgali vs. bunların hepsi satrancın bilimsel kısmına aittir.
Rudolf Spielmann
Önceleri bir iş adamıydım, ama daha sonra mesleğimde ilerleyemeyeceğimi gördüm ve aşama aşama bana daha fazla başarı vadeden satranca geçiş yaptım.
Hayat bana önceki mesleğimde bir tatmin sağlamadı ve sonrasında satranç beni kendine çekiyormuş gibi hissettim, çünkü bu alanda başarı (başarıdan rakiplerimi yenmeyi kastediyorum) ve başarıyla birlikte tatmin vaadi vardı.
Satranç oyununa beni bağlayan şey mücadeledir. İnce ayrıntılar beni daha az ilgilendiriyor ve benim için sadece amaca, oyunun kazanılmasına, giden yolda bir araçtan ibaretler.
Univ. Prof. Dr. Milan Vidmar
Satranç beni daha gençlik yıllarımda kendine bağladı. Bu yaşlarda, tabii eğer satranç oyununa bir yeteneği varsa, insan başarının zevkini satrançta nispeten daha kolay elde eder. Bu küçük başarılar daha büyüklerinin öncüsüdür, genç adam denilebilir ki sarhoş olmuştur ve satranç ustalığı için gereken atmosfer böylece yaratılmış olur.
Satranç oyununa beni bağlayan şey her şeyden önce mücadele ile kombinezonların güzelliği ve çeşitliliğidir.
Satranç oyununda hayatı denebilir ki özet bir biçimde tecrübe ettim; mücadele, başarı, hayal kırıklığı, zor durumlara katlanma, olasılıkların tükenmez olduğunu öğrenme, rakip kuvvetleri hesaplama…Gerçekten de söyleyebilirim ki satrançtaki başarılarım hayatta da başarılı olmama katkıda bulundu ve satranç oyununda küçültülmüş bir biçimde tanıdığım zorlukları bu sayede hayatta da aşmayı başardım.
Wiener Schachzeitung, Temmuz 1926
Not: Heder, küçük yaştan itibaren İbranice, Tevrat ve Talmud’un öğretildiği geleneksel Yahudi okullarıdır, ailesi Rubinstein’ın haham olmasını istediği için 16 yaşına dek böyle bir okula devam etmiştir.
“Tuhaf ama gerçek; çünkü hakikat tuhaftır her zaman;
Kurgudan da tuhaf; eğer anlatılabilseydi,
Romanlar bundan ne kazançlı çıkardı!”
Lord Byron (“Don Juan”)
Byron eğer günümüzde yaşasaydı yine böyle yazar mıydı? Emin değilim. Artık hakikat diye bir şeyin varlığından söz etmek mümkün değil, farklı kurgulardan bahsedebiliyoruz sadece. Zira dilin, zihnimizin veya nesnel dünyayı algıladığımız duyularımızın bize esasen bir kurgu yahut hakikatin çarpıtılmış bir temsilini sunduğunu zaten Antik Yunan’dan beri biliyorduk ama bunu gerçek anlamda içselleştirip toplumsal hayatı düzenleyen bir ilke olarak kullanmaya başlamamız ancak yakın zamanlarda oldu. Hakikatin tuhaflığı da aslında bundan ileri geliyor, ifade edemememiz ve hiçbir zaman bütünüyle kavrayamamamız ona mistik karakterini kazandırıyor. Böylece kurgu hakikatin yerini alırken, hakikat adeta gnostik bir yerde konumlanıyor ve giderek kurmaca bir karakter kazanıyor.
İtalyan yazar Paolo Maurensig’in Teoria della ombre (“Gölge Teorisi”) adlı romanı da işte bu hakikat-kurgu ikiliğinde gidip gelen ve Byron’ın asla ulaşılması mümkün olmayan hedefine olabildiğince erişmeye çalışan bir eser. Maurensig, dördüncü dünya şampiyonu Alexander Alekhine’in Portekiz’deki son günlerini ve gizemli ölümünü titiz bir araştırmayla hakikate yakınsayarak anlatmaya çalışıyor, öyle ki romanı yer yer bir Alekhine biyografisi şeklinde okumak da mümkün. Örneğin romanda Alekhine’in Nimzowitsch’e yönelttiği eleştiriler hemen hemen birebir olarak Alekhine’in Pariser Zeitung’ta çıkan “Yahudi ve Aryan Satrancı Üzerine” başlıklı haklı olarak kötü bir şöhrete sahip makalesinden alıntılanmış. Saemisch’in Hans Frank ile dostane ilişkilere sahip Alekhine’in Przepiorka’nın katlini engellemediği yönündeki suçlaması, romanda Alekhine’in otele gelen kadın gazeteciye verdiği röportajda eski eşleri Barones Anna von Severgin, Anneliese Ruegg, Nadejda Fabritskaya ve tabii Tokyo’da verdiği bir simultanede tanıştığı son eşi Grace Wishaar ile ilgili anlattıkları vb. birçok ayrıntı da biyografik veya belgesel kaynaklara dayanıyor.
Maurensig’in bu çabası elbette takdire şayan ve romanı satrançseverler için daha da ilgi çekici kılıyor zira satrancı konu alan roman veya filmlerde yapılan hataların ne kadar gözümüze battığı malum. Ancak şahsen büyük tarihsel romanlarda bu noktada ince bir dengenin olduğunu düşünüyorum, yazarın yaptığı araştırma okurun gözüne batmamalı ve kurgunun önüne geçmemeli. Julian Barnes’ın Şostakoviç’i konu alan The Noise of Our Time’ında da düştüğünü gözlemlediğim bir hatayı yapıyor Maurensig, araştırmasını bize aktarmada fazla aceleci ve bilgiç davranıyor. Bu açıdan eserin iyi bir roman olmayı kıl payı ıskaladığını söyleyebilirim ama bu yine de Alekhine’in partileri ile büyümüş bir satrançsever olarak romandan fazlasıyla zevk almamı engellemedi elbette ve biraz yüzeysel bir bilgiye sahip olduğum şampiyonun gizemli ölümüne dair beni daha fazla okumaya sevk etmesi açısından Maurensig’e kesinlikle bir teşekkür borçluyum.
İkinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Alekhine
Alekhine’in Avrupa’nın batı ucunda, Atlantik kıyısındaki Estoril’deki günlerini anlayabilmek için şampiyonun İkinci Dünya Savaşı yıllarını bilmek gerekir. Savaş başladığında Buenos Aires’te 1939 Satranç Olimpiyatı’nda -Fransa adına- oynayan şampiyon, Albert Becker’in aktardığına göre Olimpiyat boyunca Almanlara karşı düşmanca bir tutum sergilemiş hatta Almanya’nın birincilik mücadelesindeki rakipleri Polonya ve Arjantin karşısında bilerek oynamamıştır. Birçok oyuncunun aksine savaşa rağmen Ocak 1940’ta Avrupa’ya geri dönen Alekhine’i, Lizbon’da geçirdiği kısa bir sürenin ardından Fransız ordusunda astsubay olarak görürüz. Rusça, Fransızca, Almanca ve İngilizce bilmesi nedeniyle istihbaratta tercüman olarak değerlendirilen Alekhine, Haziran ayında Fransa’nın işgali sonrasında Lizbon’a ve oradan da Amerika’ya gitmek amacıyla Marsilya’ya geçer. Fransa’dan çıkışına izin verilmemesi nedeniyle özel bir pasaport edinmek için uğraşan şampiyon bunda başarısız olunca mecburen işgal altındaki Paris’e geri döner, yurtdışına çıkış izni için bir sene bekleyecektir. Bu arada eşi Grace Wishaar’ın şatosuna Naziler el koyar ve Alekhine büyük olasılıkla hem Yahudi kökenleri olan ve çıkış izni alamayan Amerikalı eşi Grace Wishaar’ı hem de gayrimenkullerini korumak adına Vichy Hükümeti ve Nazilerle iş birliğine gitmek zorunda kalır.
Mart 1941’de Pariser Zeitung’ta “Yahudi ve Aryan Satrancı” başlıklı altı bölümlük bir makalesinin yayınlanması aslında Alekhine için sonun başlangıcıdır. Bu makalelerde korkunç bir antisemitizm ile Nimzowitsch başta olmak üzere Yahudi satranççılara ve onlara atfedilen savunmayı önceleyen, risk almayı sevmeyen satranç anlayışına -Nimzowitsch’in profilaksi veya yoğun koruma kavramları başta olmak üzere- saldırılmaktadır. Makaleler satranç dünyasında ve genel kamuoyunda bir şok etkisi yaratır ve Alekhine’in bir işbirlikçi olarak damgalanmasına yol açar.
Nihayet Nisan 1941’de, herhalde bir ödül olarak, savaşta tarafsız kalmayı seçen Salazar diktasının hüküm sürdüğü Portekiz’e -kendisini okyanusun öte yakasına götürebilecek bir transatlantiğe binebileceği Lizbon’a- gidebilir. Fakat ABD’ye vize almayı büyük ihtimalle yayınlanan makaleleri yüzünden başaramaz ve 1927’den beri yokuşa sürdüğü ancak artık Avrupa’dan tek kaçış umudu olan Capablanca ile bir rövanş maçı için sürdürdüğü görüşmeler de sonuçsuz kalır. Kaçış planları suya düşen şampiyon, Reich’ın satranç organizatörü Ehrhardt Post’un davetiyle Nazi turnuvalarında oynamaya başlar.
1941-43 arasında Salzburg, Prag, Krakow, Münih, Varşova gibi Üçüncü Reich topraklarındaki şehirlerde Keres, Bogolyubov, Schmidt, Junge, Stoltz gibi ustalarla birlikte turnuvalar oynayan – çoğunu da kazandığını ekleyelim- ve bu arada Polonya Genel Hükümeti’nin başındaki Hans Frank ile dostane ilişkiler geliştiren Alekhine, 1943’te İspanyolların davetiyle Madrid’e gider. İspanya’da da turnuvalara katılmaya devam eder ama oyun seviyesinde bir düşüş göze çarpmaktadır. Bu arada sonradan büyükusta olacak genç Pomar’a dersler verir ve onun için özel bir kitap bile yazar.
Mayıs 1945’te savaşın Müttefikler lehine sona ermesiyle Alekhine, tıpkı 1917’den sonra olduğu gibi kendini bir kez daha yanlış tarafta bulur, Nazi işbirlikçisi yaftası peşini bırakmayacaktır. Temmuz 1945’te Gijon’da Antonio Rico’ya, Eylül’de Caceres’te oynanan turnuvada Portekiz şampiyonu Francisco Lupi’ye geçilir. Aralarındaki oyunu kazanan Lupi, bu turnuva zaferini “acı bir hatıra” olarak niteleyecektir, zira Alekhine’in içinde bulunduğu depresyon ve aralarındaki oyunda adeta intihar edercesine oynaması genç Portekizliyi üzmüştür. Francisco Lupi, aynı zamanda Alekhine’in son günlerindeki tek dostudur.
Nazilerle olan geçmişi nedeniyle persona non grata haline gelen Alekhine için İspanya’daki durum hem politik hem de finansal olarak kötüleşmektedir ve şampiyon Caceres’teki turnuvadan biraz sonra tekrar Portekiz’e gelir, Lizbon yakınındaki turistik bir belde olan Estoril’e yerleşir. Kış nedeniyle oteller boştur ve personel sayısı azaltılmış Hotel do Parque’ta adeta yapayalnızdır. Fransa’daki eşi Grace ile arası açılmış ve cebinde hiç parası kalmamıştır, Lupi’nin yardımlarıyla geçinmektedir. Tam bir psikolojik çöküntü içindedir, üstelik tüm hayatı boyunca kendini bırakmayan alkol alışkanlığı da artarak devam etmektedir.
Savaşta alınan zaferi kutlamak adına düzenlenen Londra’daki turnuvaya -Steiner kazanacaktır- aldığı davet onu önce sevindirir ancak daha sonra Nazilerle olan geçmişi nedeniyle organizatörün daveti iptal etmesi şampiyonun morali üzerine yıkıcı bir etki yapar. Yine de son anda bir ümit ışığı görünür: Botvinnik ile İngiltere’de oynanacak bir unvan maçı!
1939’da da unvan maçı görüşmelerinde bulunduğu Mihail Botvinnik federasyonu aracılığıyla bir unvan maçı talep etmektedir, Mart ayı başında Britanya Satranç Federasyonu’ndan gelen bir telgraf ile Alekhine bilgilendirilir. Depresif ruh halinden çıkan şampiyon hemen hazırlıklara başlar. Ancak 5 Mart’ta Churchill’in “demir perde” terimini siyasi literatüre sokan ve Sovyetler ile uydu devletlerini düşman ilan eden konuşmasından sonra şampiyon maçın gerçekleşmeyeceği düşüncesine kapılır. Buna karşın 23 Mart’ta Britanya Satranç Federasyonu İngiltere’de oynanacak bir unvan maçına sponsor olmayı kabul eder ve Alekhine’e telgraf gönderir. Fakat şampiyon daha telgrafı alamadan 24 Mart sabahı odasında ölü bulunur. Yapılan otopside ölüm nedeni gırtlağına takılan bir et parçası nedeniyle boğulma olarak belirlenir. Naaşı 23 gün sonra geçici olarak Portekizli bir satranççının mezarına defnedilir fakat günümüzdeki istirahatgahı olan Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’na nakli için 1956’yı beklemek gerekecektir.
Şüpheli Ölüm ve Komplo Teorileri
Alekhine’in 1939’dan ölümüne dek olan hayat hikayesinin kısa özetinden sonra herhalde niye ölümüne dair komplo teorilerinin çıkabileceği anlaşılır. Zira birçok ülkede, özellikle de Fransa’da, Naziler ile iş birliği yapanlar ortadan kaldırılmaktadır ve Alekhine’in Pariser Zeitung’ta antisemitik makaleler kaleme alan ve Hans Frank, Goebbels gibi en üst düzeydeki isimlerle bir arada bulunmuş biri olarak intikam listelerine girmiş olması gayet muhtemel. Ayrıca Botvinnik ile yapacağı unvan maçının kesinleşmesinden hemen sonra ölü bulunması da şüpheli bir tesadüf olarak nitelendirilebilir. Sadece bu kadarla kalsa komplo teorilerine gülüp geçebilirdik ancak otopside yapılan maddi hatalar, kimi çelişkili ifadeler, Portekiz Gizli Servisi PIDE (Polícia Internacional e de Defesa do Estado : Uluslararası ve Devlet Güvenlik Polisi) de işin içine girince karşımıza iyi bir polisiyeyi aratmayacak kadar gizem çıkıyor.
Alekhine’in ölümüne dair başlıca araştırma Portekizli bir sanat tarihçisi ve satrançsever olan Dagoberto Markl’a ait. Markl’ın 2001 tarihli Xeque-Mate no Estoril (Estoril’de Şah Mat)adlı kapsamlı çalışmasına erişmem mümkün olmadı ancak COVID-19 salgınının ardından mutlaka Portekizli bir arkadaş vasıtasıyla edineceğim. Şimdilik Edward Winter ve Kanadalı büyükusta Spraggett’in blogunda aktardıklarıyla yetinmek zorundayım.
Komplo teorilerinin başlangıcı esasen Portekizli gazeteci Artur Portela’nın 15 Nisan 1946 tarihinde Diario de Lisboa gazetesinde yayınlanan O segredo do Quarto 43; A morte misteriosa de Alexandre Alekhine (43 Numaralı Odanın Sırrı: Alexandre Alekhine’in Gizemli Ölümü) başlıklı makalesine dayanıyor. Bir dizi ilginç noktaya değinen Portela, 22 Mart gecesi Alekhine, Francisco Lupi ve bir başka Portekizli satranççı olan Jose da Costa Moreira’nın Lizbon’da bir bara gittiğini ve -öldüğünde üzerinde olanla aynı olması muhtemel- paltosunu burada kaybettiğinden bahsediyor. Burada Portela’ya göre gizemli bir şekilde kaybolan ve sonra tekrar ortaya çıkan palto kadar ilginç bir başka detay Moreira zira Francisco Lupi, Ekim 1946’da Avustralya dergisi Chess World’e yazdığı yazıda üçüncü bir kişinin varlığından bahsetmiyor. Bu basit bir unutkanlık veya bahsetmeye gerek duyulmayan bir ayrıntı olarak pekâlâ açıklanabilir ama Spraggett’e göre Moreira’nın aynı zamanda PIDE üyesi olduğu dikkate alınınca şüpheli bir nitelik kazandığı kesin.
Portela yazısında başka dikkat çekici noktalardan da bahsediyor. Otelin Alekhine’in odasındaki mobilyaların hepsini dışarı çıkardıktan sonra odanın numarasını değiştirmesi veya Alekhine’in ilk büyük başarısı St. Petersburg 1909’daki şampiyonluğunun ardından Çar II. Nikolay’ın hediye ettiği ve Estoril’e kadar bir uğur olarak yanında taşıdığı Sevr vazosunun odada kırılmış bir halde bulunması gibi -başka kaynaklar,tanıklar ve ölümünden sonra çekilen fotoğraflarca doğrulanmayan- ayrıntılar Portela’nın üstü kapalı olarak ima ettiğine göre üzeri örtülmeye çalışılan bir cinayete işaret ediyor.
Ölümünden sonra çekilen fotoğraflar ve yapılan otopside de Spraggett’in büyük ihtimalle Markl’a dayanarak işaret ettiği ilginç hususlar söz konusu. Alekhine’in önünde bir satranç tahtası ve tabaklar olmak üzere başı yana eğik oturur vaziyetteki meşhur ölüm fotoğrafını çeken Luis Lupi, Associated Press Portekiz için çalışmakla beraber aynı zamanda Francisco Lupi’nin üvey babası ve bir PIDE üyesi! Üstelik fotoğrafta en az bir adet manipülasyon olması kuvvetle muhtemel görünüyor. Francisco Lupi’nin -Spraggett’in Portekizli satranççı Rui Nascimento’dan naklettiği şekliyle- Rui Nascimento’ya itiraf ettiği gibi eğer satranç tahtası fotoğraf için yerleştirilmişse Lupi’nin fotoğraf için daha neleri değiştirmiş olabileceği gibi bir soru akla geliyor. Tabii fotoğrafta -kırık veya değil- Sevr vazosunun yokluğu da tıpkı Alekhine’in üzerindeki palto gibi dikkat çekiyor. Belki vazo kırılmış ve temizlenmiş olabilir ama Mart ayı sonunda Estoril’de -ki ortalama sıcaklık 20 derece civarı- odada paltosunu çıkarmadan oturuyor olması şüphe uyandıran ve Alekhine’in dışarıda tabancayla vurularak öldürüldükten sonra otele taşındığı ve paltosunun giydirildiği şeklindeki komplo teorisine dayanak sağlayan önemli bir ayrıntı.
Son olarak Dr. Asdrubal d’Aguiar ve ona yardımcı olan Dr Antonio J. Ferreira’nın 27 Mart’ta yaptığı otopside de bazı karanlık noktalar var. Spraggett’in de belirttiği gibi kronik gastrit, asteriyoskleroz ve duodenit izlerinin not edildiği raporda alkol bağımlılığı nedeniyle yıpranmış ve hatta 1945’te Gijon’da muayene olduğu doktorun aşırı bir büyüme tespit ettiği Alekhine’in karaciğerinden bahsedilmemesi enteresan. Daha da hayret verici olan ise Dr Antonio J. Ferreira’nın aslında bir veteriner olması! Üstelik olaydaki birçok karakter gibi PIDE’ye mensup, bu da veteriner doktorun otopside aslında bir PIDE görevlisi olarak bulunduğunu düşündürüyor. Ferreira’nın daha sonra arkadaş arasında Alekhine’in aslında bir cinayete kurban gittiğini itiraf ettiği gibi bir söylentinin var olduğunu da ekleyelim.
Peki eğer Alekhine bir cinayete kurban gittiyse kim şampiyonu öldürtmüş olabilir? Birçoklarına göre Botvinnik ile unvan maçının kesinleşmesinin hemen ardından olayın gerçekleşmesi emrin Sovyetlerden geldiğine işaret ediyor zira Sovyet bürokrasisi içerisinde -bir hain ve Nazi işbirlikçişi olan, anti-Sovyet beyanatları 1920’lerden beri bilinen- Alekhine ile yapılacak bir unvan maçına karşı olanların -Boris Veinstein başta olmak üzere- olduğunu biliyoruz. Öte yandan Naziler ile işbirliği yapanları savaş sonrası ortadan kaldıran Fransız direnişinin bunu yapmış olabileceği gibi bir teori de var, eğer Alekhine unvan maçı için İngiltere’ye gidecek olursa işleri zorlaşacağı için ellerini çabuk tutmak zorunda hissetmiş olabilirler. Son olarak Portekiz’deki Salazar rejiminin Alekhine’i öldürtmek için herhangi bir motivasyonu yoksa da olayın üzerini örtüp uluslararası bir skandala yol açmamak isteyeceklerini düşünmek de pekâlâ akla yatkın görünüyor.
Otopsinin belirttiği gibi gırtlağa takılan bir et parçasının yol açtığı bir kaza mı yoksa bir cinayet mi? Belki de bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Eco’nun Foucault Sarkacı’nda ustaca anlattığı gibi aslında çoğu zaman olayların basit ve komplo teorilerine ihtiyaç duymayan açıklamaları vardır ama bu bizi gerçeğin çölüne göre oldukça renkli görünen kurguların çekiciliğine kapılmaktan alıkoymaz. Ama yine de çoğu zaman hakikat ve kurgunun birbirine karıştığını da unutmayalım, hele de Platon’un mağarasındakiler gibi gölgeleri hakikat zannediyorsak. Başka türlüsü kusursuz bir simülasyona öykünen renksiz bir dünya olurdu, bizim hermeneutik dünyamızda ise bazen bir roman kuru bir araştırmaya göre hakikati anlamada bize daha fazla yol gösterebilir.
Faydalanılan Kaynaklar
Kevin Spraggett’in konuyla ilgili iki bölümlük yazısının mutlaka okunması gerekiyor: 1. Bölüm: http://www.spraggettonchess.com/part-1-alekhines-death/ 2.Bölüm: http://www.spraggettonchess.com/part-2-alekhines-death/
Satranç tarihçisi Edward Winter’ın “Alekhine’s Death” başlıklı makalesi de iyi bir kaynak taraması içeriyor: https://www.chesshistory.com/winter/extra/alekhine3.html
Yine Winter’ın “Was Alekhine a Nazi?” başlıklı yazısına göz atmak da faydalı olacaktır: https://www.chesshistory.com/winter/extra/alekhine.html
Müller & Pawelczak (1953), Schachgenie Aljechin: Mensch Und Werk, Verlag Das Schach-Archiv
Moran P. (1972), Agonia de un Genio: A. Alekhine
Portela’nın makalesi için 15 Nisan 1946 tarihli Diario de Lisboa gazetesi
Herhalde benim yüce dünya şampiyonluğu tahtının bile önünde eğilmek bilmeyen pervasızlığıma şaşıracaksınız. Ama suçluyorum! Elbette bir satrançsever olarak sadece derin bir saygı ve takdir beslediğim dahiyane oyununuzu değil. Hayır, suçlamam dünya şampiyonu Dr. Alekhine’e yönelmiyor, suçlamam meslektaşım Dr. Alekhine’e. Çünkü satranç olarak bize üstünlüğünüz aşikâr da olsa biz sizin meslektaşınızız ve öyle kalacağız, ölümsüz yaratınız için nihayetinde bize ihtiyacınız var. Bir atasözü şöyle der: “Zenginlik şahane bir bıçaktır, ama onu ekmeği bölmekte kullanmalı, yaralamakta değil”. Selefleriniz Steinitz, Lasker ve Capablanca bu öğüde sadık kaldılar ve üst düzey turnuvalardaki genel şartların daha iyi hale gelmesini sağladılar. Eğer şimdi sizin elinizdeki dünya şampiyonluğu denen keskin silahı hangi amaçlara yönelik kullandığınızı sorgularsam bunun için bana kızamazsınız. Beni yanlış anlamayın, mesleki bir kıskançlıkla konuşmuyorum. Sizin yeterince zorlu bir mücadeleyle kazanılmış hakkınızı tartışacak son kişiyim. Her alanda en yüksek düzeydeki başarılar özellikle övülür, bu neden satrançta da böyle olmasın? Ancak siz San Remo 1930 ve Bad Bled 1931’de ekstra katılım payının yanı sıra özel şartlar da koydunuz ve böylece Capablanca’yı bu turnuvalara katılmaktan fiilen menettiniz. Tabii ki Capablanca’yı doğrudan geri çevirmediniz, bunun için çok daha gizli kapaklı bir yol seçtiniz. Ancak bu, meselenin bu işi iyi bilen bendenizin görebildiği içyüzünü değiştirmiyor. Capablanca New York 1927’deki ezici zaferinin cezasını böyle ağır bir şekilde mi çekmeli?
Ama geçmişi bırakalım ve en iyisi sizin ve Capablanca’nın ardından günümüzün en başarılı ustası denilebilecek meslektaşınız Nimzowitsch’ten bahsedelim. Londra 1932‘ye veya şimdi Bern’e bir davet almaması dikkat çekici değil mi? En azından sizin için Nimzowitsch’e bir davet yollamak kolay olurdu. Bir Dr. juris -hukuk doktoru- olarak dolus eventualisi mutlaka bilirsiniz. Bu da yetmedi, bu sadece dağ havasında serpilebilen yoksul kemancı da sizin için istenmedik bir rakip olmuşa benziyor. Yoksa iki aydan fazla bir süre önce kurallara uygun bir şekilde -her ne kadar bağlayıcı bir biçimde olmasa da- konaklamama dair aldığım direktifin ardından Bern Yaylası’ndan aniden uzaklaştırılmam başka nasıl açıklanabilir? Bern’deki komite sizin sonradan onayınızla bir uluslararası ustanın fazlalık haline geldiğini dayanak gösteriyor. İtibarınıza şapka çıkarıyorum! Ama dünya şampiyonluğunun gücünden başka dünya üzerindeki hangi kuvvet İsviçre Satranç Derneği’nin yedi yerine altı uluslararası ustayı kabul etmesini engelleyebilirdi? “İsviçre Ordusu” bu durumda dokuz adama düşecekti belki ama bu da İsviçre Şampiyonası’nın yapılması için tamamen yeterli olurdu. Benim sevgili dünya şampiyonum, rakiplerinizi pataklamaya devam ediniz ve bütün satranç dünyasını büyüleyecek daha birçok büyük işler başarınız; yalnız komutanlık taslamayı bırakınız. Değilse size Marco gibi Eski Ahit’ten Hoşea Peygamber’in sözleriyle seslenmek zorundayım: “Rüzgâr ektiler, fırtına biçecekler”. Sabrımız doldu taştı, okyanusun bu ve öte tarafında dünya şampiyonunun diktatörlüğüne karşı çıkan sesler giderek artıyor.
Rudolf Spielmann
Wiener Schachzeitung 1932, 10. Sayı
Notlar
1. “bu sadece dağ havasında serpilebilen yoksul kemancı”: Spielmann, Avusturya Alplerindeki bir dağ kasabası olan Semmering’te 1926 yılındaki zaferine atıfta bulunuyor. “Yoksul kemancı” ise Grillparzer’in “Der arme Spielmann”, “Yoksul Çalgıcı” oyununa bir gönderme
2. “İsviçre Ordusu” bu durumda dokuz adama düşecekti belki ama bu da İsviçre Şampiyonası’nın yapılması için tamamen yeterli olurdu”: Bern 1932 değişik bir formatta oynanmıştı, Alekhine, Flohr, Euwe, Mir Sultan Khan, Bogolyubov ve Bernstein’a 10 İsviçreli oyuncu eşlik ediyordu ve bu oyuncular aynı zamanda İsviçre şampiyonu olabilmek için oynuyordu. Turnuvada 7. olan Hans Johner İsviçre şampiyonu olmuştu.
3. “Marco gibi”: Spielmann, Georg Marco’nun yine Wiener Schachzeitung’ta (1906, Sayı 1-2) Tarrasch’a aynı sözlerle seslendiğini hatırlatıyor.
Her şeyin ama en çok da iletişim teknolojilerinin durmaksızın değiştiği bir çağda posta kutusu da artık arkaik bir nesne haline geldi. Çok değil birkaç kuşak önce bireyler arasındaki başlıca yazılı iletişim kanalı olan posta bugün daha çok kurumların bireyler ile olan iletişimini sağlamakla yükümlü, anahtarı posta kutusunun kilidine sokup çevirdiğimizde bizi karşılayan Marquise de Merteuil’den bir mektup -yahut Yakov Estrin veya bizden bir şampiyondan bahsedersek Tunç Hamarat’tan bir hamle- değil fatura veya kredi kartı ekstresi oluyor. Bu yüzden herhalde posta kutusunda Alman bir arkadaşımdan gelen sarı bir zarf görünce yaşadığım mutluluğu tahmin edebilirsiniz.
“Zarfa değil mazrufa bakın” öğüdünü dinleyerek zarfı yırttığımda beni, arkadaşımın mektubunun yanı sıra küçük bir kitap da karşılayınca elbette mutluluğum daha da arttı: Daha önce hiçbir eserini okumadığım Litvanyalı bir yazar Icchokas Meras’tan Almanca çevirisiyle “Remis für Sekunden”. “Birkaç Saniyelik Beraberlik” veya “Bir Anlık Beraberlik” olarak dilimize çevrilebilir, ama eserin Türkçe çevirisinde “Oyun Asla Berabere Bitmez” başlığı kullanılmış, merak edenler Om Yayınevi’nden 2012’de Aykut Derman çevirisiyle çıkan eseri internet üzerinden edinmeye çalışabilirler.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgali altındaki Vilnius’ta Yahudi gettosunda geçen roman, 17 yaşındaki genç Isaak ve getto komutanı Schoger arasında hayat ve ölüm üzerine oynanan bir satranç partisini temel alıyor. Satranç meraklısı bir Nazi subayı olan Schoger, kendisinden iyi bir oyuncu olan Isaak’a bir seçim sunar: partiyi Isaak kazanırsa gettodaki çocuklar toplama kampına gönderilmeyecek fakat Isaak kurşuna dizilecektir, eğer Isaak kaybederse kendi hayatı kurtulacak fakat gettodaki çocuklar ölüme yollanacaktır. Isaak bu ikilemi çözmenin en iyi yolunun beraberlik olduğunu düşünür ancak partiyi berabere bitirmek o kadar kolay olmayacaktır.
Bergman’ın “Yedinci Mühür”de yaptığı gibi satranç partisini bir leitmotiv gibi kullanan Meras, sade ve insancıl bir dille gettodan aşk, direniş ve dayanışma hikayeleri anlatarak bize hem getto hayatının bir eskizini çiziyor hem de insanlık tarihinin herhalde en korkunç zulmüne karşı Yahudilerin ruhen kazandıkları “zafer”i anlatıyor. Romanı kesinlikle tüm edebiyatseverlere -ve elbette siz satrançseverlere-tavsiye ediyorum, Icchokas Meras, getirdiği farklı duyarlılık ve özgün dille İkinci Dünya Savaşı literatüründe Primo Levi, Romain Gary gibi isimlerin yanında mutlaka anılması gereken bir isim.
Auschwitz-Birkenau’yu ziyaret etmemin -iki düzeyde rahatsız edici bir tecrübe: yaşanan trajedinin korkunçluğu ve de bunu turistik bir deneyim haline getirmenin ve bu oyunun bir parçası olmanın suçluluğu- birkaç ay sonrasında bir de bu eseri okumak bana savaşın satranç ve satranççılar üzerindeki etkileri hakkında bir yazı kaleme almayı düşündürttü. Hem Müttefikler hem de Mihver tarafında birçok farklı satranççı savaştan fazlasıyla etkilenmiştir kuşkusuz, 1939 Buenos Aires Olimpiyatı’ndan sonra Najdorf, Czerniak gibi birçok satranççı savaşın başladığı Avrupa’ya geri dönmemeyi seçerken Estonyalı efsane Keres tarihe şampiyon olarak geçme fırsatını Alekhine ile planladığı unvan maçı savaş nedeniyle gerçekleşmediği için elde edememiştir. Ancak elbette en başta savaş meydanlarında, esir kamplarında, şehir bombardımanlarında yahut uzun süren kuşatmalar sonucu oluşan kıtlıklarda yaşamını yitiren birçok yetenekli ustayı anmak lazım: kadın satrancının öncüsü Vera Menchik, Çek satrancının babası Karel Treybal, ünlü Rus ustalar Aleksandr İlyin-Jenevski, Nikolay Riumin ve İlya Rabinoviç, Polonya kökenli Hollandalı Salo Landau, yetenekli Letonyalı usta Vladimirs Petrovs, ünlü etütçü Leonid Kubbel, diğer tarafta inançlı bir Nazi olarak ölen Klaus Junge ve daha niceleri…Hepsi için ayrı ayrı yazılar yazılabilir ancak bu yazının konusu iki savaş arası Polonya satrancının en kuvvetli isimlerinden biri, ünlü oyuncu ve problem kompozitörü: Dawid Przepiórka.
1880 yılında Varşova’da varlıklı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak doğan Dawid Przepiórka (“David Pşepyurka” diye okunuyor, soyadının Lehçe’de bıldırcın anlamına geldiğini de ekleyelim) satrancı 7 yaşında, ailesinden kimsenin bilmemesine karşın kendi kendine öğrendi. Satranç tarihçisi Lissowski’ye göre ilk defa ismine 1891’deki bir problem çözme yarışmasında rastlanan Przepiórka, bir sene sonra henüz 12 yaşındayken ünlü usta Jan Taubenhaus’u bir gösteri oyununda yenmeyi başardı. Varşova Üniversitesi’nde matematik eğitimi aldıktan sonra 1905’te lisans sonrası eğitimi için önce Göttingen, daha sonra da Münih’e gitti. 1905-1914 arasında o zamanlar satrancın merkezi olan Almanya’da yaşayan genç Przepiórka’yı bu yıllarda uluslararası turnuvalarda oynarken görmeye başlıyoruz
Satranca başladığında harika çocuk olarak kabul edilen genç Leh’in uluslararası arenadaki ilk deneyimleri aslında pek parlak değildi. Leo Fleischmann (Forgacs)’ın kazandığı 1905 Barmen Ustalar-B Turnuvası’nda -kariyerlerinin başındaki Spielmann ve Niemzowitsch’i de bu turnuvada görmekteyiz- +3 -6 =8 gibi vasat bir skor elde eden Przepiórka, en üst seviyedeki ilk turnuvası olan -15. Alman Satranç Birliği Kongresi kapsamında düzenlenen- Nürnberg 1906’yı son sırada tamamlayabildi. Przepiórka’nın oyununda yüzeysel bir açılış hazırlığı, yeterince gelişmemiş bir tehlike duygusu ve düşük taktik farkındalığın izlerine rastlamak mümkün ki bu da Tarrasch, Marshall, Janowski gibi devlerle mücadele etmek için elbette yeterli değildi. Schlechter’e kaybettiği bu oyun satranç tarihine geçmiştir:
Nürnberg’teki facianın ardından iki yılda bir düzenlenen Alman Satranç Kongresi’nin turnuvalarında oynamaya devam eden Leh satranççı skorunu giderek geliştirdi ve yurttaşı -Polonya diye bir devletin 18.yy sonundan 1918’e dek olmadığını da hatırlatmak lazım, dolayısıyla o tarihte her iki oyuncu da aslında Rus vatandaşıydı- Rubinstein’ın Duras ile birinciliği paylaştığı 1912 senesinde 8,5/17 skoruyla zamanının en iyi satranççıları arasında -Lasker, Capablanca ve henüz rüştünü tam ispat etmediyse de Alekhine dışında-turnuvayı orta sıralarda bitirmeyi başardı. Yine de bu turnuvadaki oyunlarına bakıldığında Varşovalı satranççının oyun seviyesinin henüz üst düzeyde olmadığı anlaşılır.
Araya giren dünya savaşının ardından Przepiórka 1920’li yıllarda en büyük başarılarına imza attı. Meran 1924’te Grünfeld, Spielmann ve Rubinstein’ın ardından ünlü problem kompozitörü Selezniev ile 4-5. sıraları paylaşan oyuncu aynı yıl Györ’deki turnuvada Nagy’nin ardında fakat Maroczy, Steiner, Vajda, Vukovic gibi isimlerin önünde ikinci olmayı başardı. İki grup halinde düzenlenen 1924/25 Hastings Turnuvası’nda grubunda birinciliği paylaşan Przepiórka -daha sonra Marienbad ve Debrecen’de hayal kırıklığına uğradıysa da- artık satranç elitinin bir üyesi olmaya hak kazanmış gibi görünüyordu. Hastings’te Seitz’ı yendiği güzel parti teorik önemi ve kuşkusuz kendi stiline yakınlığı nedeniyle Alekhine’in dikkatini çekmiş ve geleceğin şampiyonu, partiyi Wiener Schachzeitung için analiz etmişti:
1926’da ilk kez düzenlenen Polonya Şampiyonası’nı kazanan Przepiórka aynı yılın sonunda önce Meran’da Colle’nin sadece yarım puan arkasında 2-4. sıraları paylaştı ve hemen ardından Münih’te Noel zamanı düzenlenen altı kişilik küçük bir turnuvayı 4,5/5 skoruyla Bogolyubov, Spielmann ve Saemisch’in önünde birinci bitirerek en önemli başarılarından birine imza attı. 1926 itibariyle Bogolyubov ve Spielmann’ın Lasker, Capablanca, Alekhine, Niemzowitsch ile birlikte dünyanın en iyi satranççıları arasında olduğu düşünülürse bu zaferin önemi daha iyi anlaşılır. Kariyerinde birçok defa yendiği Spielmann’ı belki de Avusturyalı satranççının en formda olduğu sene nasıl mağlup ettiğine bir bakalım isterseniz:
1928’de ilk defa düzenlenen Dünya Amatörler Şampiyonası’nı aralarındaki partiyi kazanmasına karşın Max Euwe’nin bir puan gerisinde ikinci bitiren Przepiórka -Bu arada Budapeşte 1929’da Capablanca ile berabere kaldığını da anmadan geçmeyelim- 1930’da Hamburg’ta düzenlenen 3. Satranç Olimpiyatı’nı şampiyon bitiren Polonya takımında Rubinstein ve Tartakower’in ardından üçüncü masada oynamış ve masasında 9/13 skoruyla önemli katkı yapmıştır. Bir sonraki yıl Prag’ta ABD’nin arkasında sürpriz bir şekilde ikinci olan takımda yine yer alan Przepiórka daha sonra ise turnuva satrancından çekilerek Polonya Satranç Federasyonu’nda görev almış, finansal olarak hamilikte bulunmuş ve 1935’te Varşova’da düzenlenen 6. Satranç Olimpiyatı’nı başarıyla organize eden ekibin de başında yer almıştır. Tüm bunlar olurken 1926-1935 yılları arasında Swiat szachowy (Satranç Dünyası) satranç dergisini çıkarmayı da ihmal etmeyen Przepiórka, Mareşal Piłsudski’nin genç cumhuriyetinde yükselen antisemitizm dalgasına rağmen satrancın gelişmesine önderlik eden bir pozisyondadır.
Nazi Almanyası ile nispeten dostane ilişkilerine ve hatta Çekoslovakya işgalinde iş birliği yapmasına rağmen Polonya Cumhuriyeti, 1 Eylül 1939’da işgal edilmekten kurtulamaz. Wehrmacht, hızlı bir şekilde tüm Polonya’yı ele geçirirken zaten çok da rahat bir durumda olmayan Polonya Yahudileri için kâbus başlamıştır. Satranca meraklı Hans Frank’ın başında bulunduğu Genel Hükümet, bir yandan Alekhine, Bogolyubov, Junge, Schmidt gibi oyuncuların katıldığı turnuvalar organize ederken diğer yandan da Yahudi satranççılara cehennemi yaşatır.
Varşova’daki evi daha savaşın başında Nazi bombardımanında yıkılan Przepiórka, kendisi gibi yine ünlü bir problem kompozitörü olan hem öğrencisi hem dostu Marian Wróbel’in (Kaderin cilvesi, onun soyadı da “serçe” anlamına geliyor) evine taşınır. Satranç sevgisi ölümüne dek devam eden üstat, Ocak 1940’ta işgal altında, toplantı yasaklarının olduğu şehirde satranç kahvesine çevrilmiş bir apartman dairesinde 30 kadar satranççıyla birlikteyken bir Gestapo baskınıyla tutuklanır. Tutuklananların arasında bilindik bir isim, Mojżesz Łowcki (Lowtzky diye de ismine kitaplarda rastlamış olabilirsiniz, “Vovski” gibi okunuyor) de vardır. Yahudi olmayanlar birkaç gün sonra serbest bırakılırken Przepiórka ve Lowcki’nin de aralarında olduğu Yahudi satranççılar Pawiak Hapishanesi’ne nakledilir. Bir süre tutuklu kalan Przepiórka Nazilerin Polonya’nın kültürel ve siyasi elitlerini yok etme programı çerçevesinde Varşova’nın kuzeybatısındaki Kampinos Ormanı’na komşu Palmiry kasabasına götürülür ve büyük ihtimalle 22 Ocak 1940’ta ormanın içerisinde hazırlanan bir alanda Polonya entelijansiyasının birçok önemli ismi ile birlikte kurşuna dizilerek hayatını kaybeder.
Tutukluyken beraber kaldığı Zygmunt Szulce, ki kendisi daha sonra Leh satranç literatürü için önemli bir oyunsonu kitabı yazacaktır, daha sonra Przepiórka’nın son günlerine dair şöyle yazmıştır:
“Cezaevi yetkilileri satranç oynamamıza izin vermişlerdi, böylece zaman öldürmek ve sinirlerimizi yatıştırmak için biz de ışık elverdiğince neredeyse durmaksızın satranç oynuyorduk. Bir gün Przepiórka kritik kareler hakkında ufak bir ders verdi, herhalde son dersiydi. Bu ders benim -piyon oyunsonlarında- yarattığım hat konsepti için bana yardımcı oldu ve ben de bu hattı Przepiórka’nın anısına “Przepiórka Hattı” olarak isimlendirdim.”
“Przepiórka Hattı”, şah ve piyon şaha karşı oyunsonlarında piyon sahibi olan tarafın şahının hangi karelerde olursa kesinlikle kazanacağına dair bugün hemen her satranççının bildiği teoriyi cisimleştirir.
Bugün savaş suçlusu Hans Frank ve diğer Naziler nefretle anılır, infaz mangalarında yer alan askerlerin isimleri tarihin çöplüğünde yer alırken Przepiórka ürettiği problemler, etütler ve bize miras bıraktığı oyunları ve yazılarıyla halen yaşamaktadır. Bu yazı Przepiórka başta olmak üzere Holokost kurbanı tüm satranççılara ve elbette bu yazı için ilham veren Icchokas Meras ile kahramanı Isaak Lipman’a ithaf olunur.
Son olarak en az oyunculuğu kadar kompozitörlüğüyle de ünlü Przepiórka’dan küçük bir problem seçkisiyle bitirelim.
Časopis Československých Šachistů (ÚJČŠ),1925
Beyaz oynar, 3 hamlede mat
Schweizerische Schachzeitung 1.lik Ödülü 1916
Beyaz oynar, 4 hamlede mat
Algemeen Handelsblad 3.lük Ödülü, 1917
Beyaz oynar, 3 hamlede mat
Akademische Monatshefte (Georg Ernst ile birlikte), 1909