Çok satan kişisel gelişim kitaplarının, dinlerin, psikolojinin, parlak afişleri yol kenarlarında gözümüzü alan reklamların, bankaların ve her ay cebimize giren paranın bize vaat ettiği o bir türlü tam olarak sahip olamadığımız müphem şey, yani mutluluk nedir? Ünlü “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesini herkesin bilmesine rağmen geri kalanından çoğu kişinin maalesef haberinin olmadığı fakat dünya edebiyatındaki en güzel şiirlerden biri olarak pekâlâ sayılabilecek “Saman Sarısı” şiirinde şairimiz Nazım Hikmet bu sorunun cevabını hürriyet olarak verir. Hürriyet yani özgürlük her şeyden önce bir hafiflik duygusudur, şairimizin bahsettiği devrim sonrası diktatör Batista zulmünden kurtulmuş Kübalıların hissettiği de tam olarak budur. O yüzden en mutlu olduğumuz anlar, yüklerimizden kurtulduğumuz veya daha çok olduğu şekliyle tatlı bir yanılsama sayesinde onları taşıdığımızı unuttuğumuz anlardır hep. Bu yanılsama bazen bizi içinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerin zincirinden geçici de olsa kurtaran bir gezi şeklini alabileceği gibi bazen de bütün dikkatimizi üzerinde toplamayı başaran bir satranç tahtası biçimine girebilir.
Bugün baktığım zaman belki de şu ana kadarki hayatımın en mutlu dönemlerimden biri olan on sekiz günlük Zagreb seyahatimde hissettiğim o eşsiz hafiflik duygusunu bu iki güzel yanılsamanın, yani gezi ve satrancın, bileşke etkisine borçlu olduğumu açıkça görüyorum. Sevemediğim bir şehir ve okuldan tam da bu gezi öncesi kurtulmuş olmanın da katkısı büyük elbette. Adeta dans edercesine yürüdüğüm şirin sokaklar, sabahları ufak kahvelerde tek başıma yudumladığım espresso -yahut daha iyisi sade bir Türk kahvesi- gibi bohem zevkler, ufak bir kasaba olan Krizevci’deki yerel ska festivali ve sonrasında sabaha karşı Zagreb trenini beklediğim istasyonun dışarıdaki buz gibi havayla tam bir tezat halindeki sıcaklığında uyuyakalışım… Hatırladıkça beni bugün bile gülümseten daha birçok şey. Kısacası bu dünyada ne kadar mümkünse o kadar bir özgürlük hissi.
O hissiyatın paylaşıldığı harikulade insanlar da var tabii. Zevkle döşenmiş evinde sabaha kadar Hendrix ve Majke dinlediğimiz ve konuştuğumuz Petra, evlerinde beni ağırladıkları süre boyunca turnuvadan sonra her akşam bir İtalyan/Hırvat iskambil oyunu olan treseta masasına beni oturtan enerjileri bitmek tükenmek bilmeyen üniversite öğrencileri Maja, Hrvoje ve Melani, kasabasına beni davet ederek ufak bir Hırvat kasabası atmosferini yaşamamı sağlayan Germanistik öğrencisi Simona ve daha niceleri… Bir de bu yazıya ilham veren, bir arkadaşımın ricası üzerine Hırvatistan ekonomisi hakkında bilgi toplamam gerektiği için internette yazdığım çağrıyı yanıtlayarak bir kahvede konuştuğumuz müzik eleştirmeni Mirna. Daha sonra İstanbul’u da ziyaret eden Mirna, tüm çabalarımıza rağmen hâlâ dünyanın en güzel manzaralarından biri olma özelliğini kaybetmemiş Boğaz manzarasına karşı oturduğumuz bir terasta çay içerken bir satranç dergisine yazı yazdığımı öğrenince “Mutlaka izlemelisin.” diyerek bir Yugoslav filmi tavsiye etmişti: Zvonimir Berkovic’in yönettiği ve modernist Yugoslav sinemasının klasiklerinden biri olan 1966 yapımı “Rondo”. Bir peçeteye adını yazdığım filmi bir süre araştırdıktan sonra nihayet bulup izlediğimde Mirna’nın tavsiyesinde yanılmadığını anladım. Yeni Dalga sinemasının etkisinde çekilmiş bu harika film Godard’ı aratmayacak bir sinema zevki sunuyor ve bu açıdan bakıldığında en azından satrancın önemli bir rol oynadığı filmler arasında en iyisi olarak nitelendirilmeyi kesinlikle hak ediyor.
Rondo aslında bilindik bir aşk üçgeni teması üzerine kurulu. Her Pazar satranç oynamak için sözleşen iki adam ve bir kadının satranç tahtası üzerinden şekillenen aşk hikâyesi. Bekâr bir yargıç olan Mladen, heykeltıraş Fedja’yla Pazar günleri satranç tahtası üzerinde mücadele ederken aynı zamanda Fedja’nın sevgilisi Neda’yla aralarında bir aşk gelişmeye başlar. Rahat ve ilgisiz Fedja’ya taban tabana zıt bir kişiliğe sahip olan ciddi ve düşünceli Mladen Neda’yı giderek daha fazla etkiler. Bu aşkın gelişimini satranç taşları ve tahtasıyla sembolik şekilde anlatabilmeyi başarabilmesi ise yönetmen Berkovic’in ustalığını ortaya koyuyor. Kendi hislerini engelleyemeyen Neda, buna var gücüyle karşı koymaya çalışsa da –ki bu Fedja’nın Mladen’i yenmesini istemesi ve partiyi kaybedince hırsından ağlamasıyla sembolize ediliyor- bunu başaramayacak ve sonunda Mladen’e teslim olacaktır.
“Rondo” adını film Mozart’ın piyano için bestelediği eseri K.511 La Minör Rondo’dan alıyor. Bir müzikal form olarak rondo aynı temanın ufak varyasyonlarla yinelenmesinden oluşur, tıpkı filmde Fedja’nın Mladen’e izah ettiği gibi hem yinelenen hem de hiçbir zaman aynı olmayan. Mozart’ın bu zarif rondosunun melodisi gerek Fedja’nın ıslığından, gerek Neda’nın ve sonrasında Fedja’nın çaldığı piyanodan gerekse de Mladen’in hediye olarak aldığı plaktan filmde defalarca duyulur. Bakıldığında her Pazar yinelenen fakat yavaş yavaş gelişen gerilimle birbirine benzemeyen satranç partileri de tıpkı aynı temanın yinelendiği bir rondoya benzer. Sonunun da tıpkı filmin başına benzemesi –fakat aradan geçen olaylar yüzünden yine de farklı olması- yine bu rondo biçimine atıf yapan bir başka unsur elbette ve yönetmen Berkovic’in ince biçimsel kaygısını gösteriyor. Son olarak ufak bir tavsiye de Mozart’ın bu rondosunu merak eden ve dinlemek isteyenler için. Bu eserin kanımca en iyi yorumu Avusturyalı piyanist Artur Schnabel’a ait. Schnabel’ın 1946’daki kaydı eserin adeta bir Chopin bestesi kadar kırılgan zarafetinin hakkını tam olarak veriyor. Sırf bu muhteşem rondoyu dinlemek için bile izlenebilir aslında bu film.
1960’lardaki Zagreb’ten kısaca görüntüler de sunan filmde dikkatli gözler kentin bugün de ana meydanı olan Ban Jelacic Meydanı’nı ve onun üzerinde yer alan ünlü Hotel Dubrovnik’i fark edecektir. Şehrin en eski otellerinden olan bu otel aynı zamanda son derece iyi düzenlenmiş bir turnuva olan 2013 Zagreb Açık’a da ev sahipliği yapan mekândı ve tıpkı turnuva gibi düzenlendiği otel ile otelin meydana bakan büyük pencereleriyle güzel ve bir o kadar da eski kahvehanesini de adeta sevgiyle hatırlıyorum. Turnuvaya gelirsek, turnuvayı gezi için adeta bir bahane olarak kullandığımı ve turlara hiç hazırlık yapmadan çıktığımı biraz utanç verici de olsa itiraf etmem gerekiyor. Elbette benim gibi amatörler için bu önemsiz olabilir ama profesyonel bir oyuncu olmak veya oyun kuvvetinizi ilerletmek için her partiye ciddiyetle hazırlanmak şart. Nitekim bunu en iyi gösteren örnek Hırvat büyükusta Hrvoje Stevic ile oynadığım partide kendisinden 300(!) puan düşük olmama karşın Stevic’in hazırlık yaptığını, en azından oyunlarıma baktığını fark etmem. Stevic’in güzel kazancını yazının sonunda analizli olarak bulabilirsiniz. Onun dışında çok da parlak sayılmayacak oyunuma ve hatta üç gecelik uykusuzluktan sonra bir oyun esnasında beş dakika gözlerimin kapanması gibi ciddiyetten uzak durumlara karşın yine de reyting puanı kazanmış olmam Türkiye’de satrancı ciddiye alan sporcuların kesinlikle yurtdışında oynamaları gerektiğini gösteren bir olgu.
Her Pazar satranç oynayarak mutlu olan Mladen ve Fedja gibi sizin de satrançtan keyif almanızı ve bir tahta ile otuz iki taşın yarattığı bu muhteşem yanılsamanın yeni yılda size bol bol mutluluk getirmesini dileyerek yazıyı, en büyük mutluluklarımız ve mutsuzluklarımızda rol oynayan aşka dair filmden ufak bir alıntıyla bitirelim:
“Mladen, sen haklıydın. Aşk, tıpkı bir satranç partisine benziyor. Bir aptal bile ilk hamleyi yapabilir ama devamı hiç kolay değil.”
Not: Bu yazı Mavikale’nin Aralık 2014 tarihli 22. sayısında yayınlanmıştır.
Son olarak filmi Youtube’ta İngilizce altyazılı olarak izlemeniz mümkün:
Ve gezimin “soundtrack”i kült Hırvat rock grubu Majke. Belki çok özgün bir grup denilemez ama 90’ların en önemli gruplarından kalite anlamında hiçbir eksikleri yok:
Grup kadrosu değişse de karizmatik solistleri Goran Bare önderliğinde halen yoluna devam etmekte: